Son Konular

  • İki istikameti olan bir istasyondayız

    0 yorum

    Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:

    Allahü teâlâ, bizleri yaratmadan önce Cenneti ve Cehennemi yarattı. İkisini de dolduracağını takdir buyurdu. Âdem aleyhisselamdan kıyamete kadar, razı olduğu yolda yürüyenleri, bu yolda olanları ve onlara tâbi olanları Cennete koyacağını bildirdi. Allahü teâlânın gazabına düçar olanlar, şeytanlar ve onlara tâbi olanlar da, Cehenneme gideceklerdir. Demek ki bizler, Cennet ve Cehennem olmak üzere, iki istikameti olan bir istasyonda bulunuyoruz ve bütün insanlar bu iki yerden birine yolcudurlar.

    Allahü teâlâ, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilmek için insana akıl verdi. Bu akla rehber olarak da, peygamberler ve kitaplar gönderdi. Cennete ancak, rehber olan Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olarak girebiliriz. Âhirette gidilecek üçüncü bir yer yoktur. Yani her insan, ya Cehenneme veya Cennete gider. Dünya sonsuz kalınacak yer değildir. Buradan âhirete gidilir ve orada asıl hayat, ebedî hayat başlar.

    Dünya üç gündür: Dün, bugün, yarın. Dün geçti, geri getirmek mümkün değildir. Yarının da gelme ihtimalini bilemeyiz. O hâlde bugünü iyi değerlendirmek gerekir. Günler geçiyor, ömür sermayesi bitiyor. Ya ömür sermayesini iyi kullanır, kâra geçeriz veya en azından sermayeyi kurtarır, yani imanla ölürüz. Yahut bu ömür sermayesini zayi eder, imanı kaybederiz.

    Merhum hocamız, (İman etmeyi gerektiren delil çoktur) buyururdu. Bir insanın kendisine bakması yeterlidir. İnsan doğar doğmaz, her organı mükemmel bir şekilde görevini yapıyor. Organ naklinde dahi, cansız bir et parçası olarak duran bir böbrek, yerine takılır takılmaz, hemen çalışmaya başlıyor. Vücut içinde birçok mükemmel işler oluyor, ama bunlardan insan habersizdir. Cenab-ı Hakk'ın kudretine bakın ki, bir insanın vücudunda, dünyayı üç dört defa dolaşacak kadar, kılcal damar yaratmış. Vücudumuzun her tarafı damardır. Çünkü damar demek kan demektir, kan demek hayat demektir. Bir kılcal damarımız, kısa bir zaman tıkansa felç olabiliriz. O damarları çalıştıran Rabbimizdir.

    Velhâsıl, Allahü teâlânın varlığını anlamak için insanın kendine bakması, yaratılışındaki mükemmellikleri, o yüce kudreti düşünmesi yeterlidir. Kendinden haberi olmayan, Rabbini nasıl bilsin? (Kendini bilen, Rabbini bilir) hadis-i şerifi, bunu bildiriyor.

    Hayız ilmini öğrenirken

    0 yorum

    Sual: Mezhebin önemini bilmeyen bir genç şöyle diyor:
    (Ben hayız ve nifas bilgileri üzerinde bir çalışma yaptım. Gerçek o ki, bu çalışmayı yaparken bütün mezhepleri inceledim. Mezhepler birbirinden farklıdır. Hattâ bir mezhep içindeki âlimlerin sözleri de farklıdır. Peygamberimiz bir olduğu hâlde, niye tek bir hüküm yok? Hadisler de bu kadar net iken, mezhepler arası ictihad farkını anlamam mümkün değildir. Ben bu çalışmayla mezhepleri tek noktada topladım. Mezhepler göl ise, İslamiyet denizdir. Ben denize ulaştım, göle ihtiyacım yoktur. Belki, o zaman tıp gelişmediği için böyle farklı mezhepler meydana çıkmıştır. Ama bugünkü tıpta her şey nettir. Farklı görüşe ihtiyaç kalmamıştır.)
    Bu gencin hayız ve nifasla ilgili bilgilerine güvenebilir miyiz?
    CEVAP
    Asla güvenilmez. Önce şunu söyleyelim. Herkes ihtisas sahasında konuşabilir. Bir hukukçunun tıp ilmine karışması, tıp uzmanının hukukî işlere karışması çok yanlış olur. Midesinde ülser, yara olan birinin ağrısı şiddetlense, ağrı dindirici bir ilaç vermek gerekir. Biri, ağrı dindirici olarak aspirini bilse, ağrının tez dinmesi için birkaç aspirin verir. Aspirin ağrısını daha da artırır. (Doktor insansa, ben de insanım) diyerek, aklına göre ilaç vermeye veya ameliyat yapmaya kalkmak, çok yanlış bir şey olur. Dinde ihtisası olmayan bir kimsenin de, din hakkında fetva vermeye kalkışması bir cinayet olur. Öte yandan bir kimsenin dinde ihtisası ne kadar çok olursa olsun, mezhepleri birleştirmeye hakkı yoktur. Hattâ dört mezhebin hükümlerinden istediklerini almaya yetkisi de yoktur. Çünkü tıpta ihtisası olmayan biri, göz ameliyatı yapsa kişinin gözünü kör edebilir, kalb ameliyatı yapsa kişiyi öldürebilir. Ama dinde yanlış fetva veren, kendini de, başkasını da küfre sokabilir. Din uzmanı olsa bile, bu gencin yaptığı yanlıştır. Çünkü tarihte olduğu gibi, günümüzde de, hiçbir ilahiyatçının, mezhepleri birleştirmeye, birinin doğru, ötekilerinin yanlış olduğunu söylemeye hakkı ve yetkisi yoktur.
    Mezhepleri Peygamber efendimiz emrediyor. Uzman din adamlarının yani müctehid âlimlerin farklı ictihadlarının rahmet olduğunu bildiriyor. (Mezhepler kalksın, tek mezhep, tek görüş olsun) demek bu rahmete mâni olmak demektir.

    İkinci bir husus, Peygamber efendimiz, rahmet olması için kendisi de farklı hükümler bildirmiştir. İşte bu farklılıktan dolayı mezhepler meydana çıkmıştır. Mesela deriden kan çıkması, Hanefî mezhebinde abdesti bozarken, diğer üç mezhepte bozmaz. Karşı cinse dokunmak Şâfiî'de abdesti bozarken Hanefî'de ve Mâlikî'de bozmaz. Bunun gibi mezhepler arasında çok farklar vardır. Bunlar tek hükme indirilemez. İndirilmesi bid’at ve mezhepsizlik olur.

    Hayız konusu çok önemlidir. Mezhep âlimlerinin ictihadları farklıdır. Mesela Hanefî mezhebindeki âlimler, (Hayız 10 günü aşamaz, 10 günden sonra gelen kanlar hayız olmaz, özür olur) buyururken, Şâfiî ve Mâlikî âlimleri, (Hayız 15 günü aşamaz, 15 günden sonra gelen kanlar hayız olmaz, özür olur) buyuruyorlar. Daha birçok farklar vardır. Bunları tek hükme nasıl indirebiliriz ki?

    Haddini bilmez bu genç, (Ben hadislere baktım. Hiçbir mezhebe uymadım) diyor. Mezhebdeki âlimler, o hadisleri bilmiyorlar mıydı? Bir de bu genç, hadisleri nereden öğrendi ki? Tercümelerden öğrenmiş olabilir. Tercümelerin doğru olduğunu nasıl temin eder? (Kendim yıllarca Arapça tahsil ettim) dese de, yine dil bilmekle din öğrenilmiş olamaz. Vehhabilerin ana dili Arapça olmasına rağmen, âyetlere yanlış mânâ verdikleri için, küfre girdiklerini İslâm âlimleri açıklıyor. Bu gencin, boyundan büyük işlere girişmesi affedilir cinsten değildir. Tevbe ettikten sonra, hazırladığı kitabı derhal imha etmelidir.

    Âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, anayasanın hükümleri gibidir. Anayasaya göre herkes hareket edebilir mi? Hukukçular bile farklı anlıyor. Müctehid olmayanın âyet ve hadis hakkında görüş beyan etmesi, hukukçu olmayanın anayasa hakkında görüş beyan etmesinden daha çok yanlış olur. Günümüzde ise müctehid yoktur. İslam âlimleri, bunu asırlar önce bildirmiştir.

    Demek bu genç, (İctihad, ictihadla nakzedilmez) Mecelle hükmünü bilmiyor. Bilse, mezheplerin farklı hükümlerine itiraz etmez. Diyelim ki bu genç, İmam-ı a'zam gibi büyük bir âlim olsaydı, bunun verdiği fetvalar, diğer mezhep hükümlerini geçersiz hâle getiremezdi. Sadece kendi ictihadını bildirebilirdi. Şu hâlde, herkes, sadece kendi mezhebindeki hayız bilgileriyle amel etmeli, mezhep dışı görüşlere asla itibar etmemelidir.

    Kâfirlerin iyilikleri ne olacak?

    0 yorum

    Sual: Kur’anda, (Zerre kadar hayır işleyen sevabını, zerre kadar şer işleyen de cezasını görür) denirken, Müslüman-kâfir, salih-fâsık ayrımı yapılmıyor. Bu ayrımı yapmak gerekir mi?
    CEVAP
    Elbette, gerekir. Yapılan iyilik ve ibadetlere sevab alabilmek için, imanlı olmak şarttır, çünkü imansızın ameli makbul değildir. İmanın da düzgün yani Ehl-i sünnet itikadında olması şarttır. Bid’at ehli, âhirette, yaptığı ibadetlere, hayır hasenata sevab alamaz. Fâsık Müslümanlar yani itikadı Ehl-i sünnet olup da, günahkâr olanlar, kâfirler gibi değildir, ancak onların günahları sevablarından çok olursa onlar da zarara uğrayanlardan olurlar. Sevabları çok olursa Cennete giderler.

    Bir avukatın, (Bana niçin doktorluk yaptırmıyorlar?) demesi, bir doktorun da, (Bana niçin avukatlık yaptırmıyorlar. Böyle adalet olmaz) demesi normal midir? Birçok ülke, pasaportu olmayan kimseyi geri çeviriyor, ülkesine koymuyor. Pasaportsuz birinin, (Herkes gidiyor, beni niye koymuyorlar? Bu ne adaletsizlik) demesi elbette yanlıştır. İman pasaportu olmayan, ne iyilik yaparsa yapsın Cennete giremez. Dinin sahibi Allahü teâlâdır. Kuralı koyan Odur. Birkaç âyet-i kerime meali:

    (Kâfirlerin faydalı işleri fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhirette o işlerin hiç faydası olmaz.) [İbrahim 18]

    (De ki: En çok ziyana uğrayanlar, dünya hayatında iyi işler yaptıklarını sandıkları hâlde, çabaları boşa gidenlerdir. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve Ona kavuşmayı [dirilmeyi, hesabı, ceza ve mükâfatı] inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir. Onlar için, Kıyamet günü, hiçbir terazi tutmayız. [İyilikleriyle kötülüklerini ölçmeyiz, çünkü amelleri boşa gitmiştir, tartıya girecek makbul şeyleri kalmamıştır.]) [Kehf 103, 104, 105]

    (Kâfirlerin iyi işleri engin çöllerde görünen seraba benzer. Susayan kimse onu uzaktan su sanır, ama yanına varınca, umduğunu bulamaz.) [Nur 39]

    Allahü teâlânın nimetleri, iyilikleri, her an insanların iyisine, kötüsüne, kâfir-Müslüman herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızık, selamet ve her iyiliği ayrım yapmadan göndermektedir. Çalışanın emeğini zayi etmiyor. Mal ve evlat sahibi çok kâfir vardır. Kâfirlere, yaptıkları iyiliklerin karşılığı sadece dünyada verilmektedir.

    Hareke hatası bozmaz
    Sual: Namazda (Ya eyyühellezine âmenüsteınü) âyetini, âmenisteınü diye okudum. Yani ötre değil de esre olarak ü yerine i okudum. Namazım bozulmuş oldu mu?
    CEVAP
    Buradaki hareke hatası namazı bozmaz. Buna i’rab hatası deniyor. [İ’rab, kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesini ve sebeplerini öğreten ilimdir.]
    Yanlışlık yapmamak için, namazda, en iyi bildiğimiz sûreyi okumalıdır.

    Ayrım yapmak gerekmez mi?

    0 yorum

    Sual: Anamla babam, diğer çocuklarına verdikleri özgürlüğü bana vermiyorlar, tarafsız davranmıyorlar. Taraflı olmaları yanlış değil midir? (Tarafsız yazar) veya (Tarafsız gazete) diye övülüyor. Taraflı, yani bir grubun yandaşı olanlar kötüleniyor. Ayrım yapmanın, tarafsız davranmanın dindeki hükmü nedir?

    CEVAP
    Tarafsız davranmak gerektiği yerler varsa da, genelde iyinin, doğrunun yanında olmak yani doğrunun tarafında olmak gerektiğini gösteren örnekler çoktur. Doğru ile yanlış varsa, insan doğrunun tarafında olur. (Ben tarafsızım) diye doğrudan uzak kalmak, doğruya düşman olmak, (Ayrım yapılmaz) demek çok yanlıştır. İyi ile kötü, suçlu ile suçsuz, acı ile tatlı, soğukla sıcak ayrımı elbette yapılır. Dostla düşman, müminle kâfir ayrımı yapılır. Yapılmazsa, kim iyi, kim kötü bilinemez.

    Hiç kimse tarafsız olamaz. Bir kimseyi tarafsız davranmaya zorlamak yanlıştır. İyinin yanında olmak, kötünün karşısında olmak, yanlış değildir. Ülkenin, milletin menfaati nerede ise, o tarafta olmak gerekir. Hakkın, doğrunun, iyinin yanında olanı taraf tutmakla suçlamak doğru olmaz. Yapıcıya göre doğru ve iyi olan bir şey, yıkıcıya göre, yanlış ve kötüdür. Bunun için de doğrunun, iyinin yanında bulunan kimse, tarafsız olmamakla suçlanamaz.

    Her işte tarafsız olmak çok kötüdür. Hak neredeyse, ülkenin, milletin menfaati neredeyse, o tarafta olmalı.
    Bir de, ısrarla tarafsızlıktan bahsedenler, kendileri asla tarafsız davranmazlar. Tarafsız olmayı da istemezler. Ancak başkaları, kendilerine muhalif olmasın da, hiç olmazsa tarafsız olsunlar diye, tarafsızlığı savunurlar.
    Bunlara göre, iyiye iyi, kötüye kötü demek, tarafsızlığa gölge düşürür. Hâlbuki iyiye iyi, kötüye kötü dememek sûretiyle doğruyu örten bir tarafsızlık, ne kadar kötüdür! Tarafsıza oynadığı hâlde kötülerin tarafında olmak çok çirkindir. Bunun için, (Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!) buyurulmuştur. Bukalemun gibi, ortama uyarak rengini gizlemek çirkindir.

    Hakkın, doğrunun, iyinin tarafında olmalı ve tarafsız olmaktan veya tarafsız görünmekten kaçınmalı. Birkaç örnek verelim:

    1- Trafik kazasında bir kadın ölüyor. Tarafsız, bacakları görünecek şekilde resmini çekiyor. Taraflı olan da, açık yerlerini kapatıp çekiyor. Taraflı, olaya müdahale ettiği için tarafsızlığını kaybediyorsa da uygun iş yapıyor.
    2- Çeteciler, birçok masum vatandaşı öldürüyor. Bu durumda, çetelerin moralini bozmak ve daha fazla insan öldürmemeleri için, hiçbir kuvvet gelmese de, (Filan çeteye karşı en yeni silahlarla mücehhez büyük ve kuvvetli bir birlik gönderildi) demek tarafsızlığa aykırıysa da, memleketin, milletin menfaatine yaradığı için uygun bir haberdir. Moral bozucu haberleri vermemek tarafsızlığa aykırıysa da, milletin yararına olduğu için uygundur.
    3- Düşmanla savaşırken, soba boruları veya kütükler, ağır birer top gibi gösterilse, bir kimse de, tarafsız olmak için, onların boru veya kütük olduğunu, gidip düşmana açıklasa, bu tarafsızlığa ihanet olmaz mı? Bunun için, (İyiliğe sebep olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan iyidir) denmiştir. Tarafsızlık memleketin zararına sebep olursa, zararlı işi yapmak, akıl kârı mıdır?
    4- Biri, birinin hanımına zina etmek için gelse, hanımın kocası, (Ben karışmam ne yaparsanız yapın) diyerek gelen adama ses çıkarmasa, uygun bir tarafsızlık olur mu?
    5- Bir Müslüman, dînî bir kitap yazıyor. Her dinden bahsediyor. (Yalnız İslamiyet haktır, diğerleri bâtıldır) diyerek tarafını belli etmesi gerekirken, tarafsız olmak için, hiçbirine bâtıl, yanlış demezse, böyle renksiz olmanın topluma ne faydası olur ki?
    6- Bir şiir antolojisi hazırlanırken, tarafsız olmak için, iyi kötü her görüşten şiirler alınsa, böyle tarafsızlık zararlıdır. Sadece iyileri alınarak taraflı olmalı.
    7- İbrahim aleyhisselam ateşe atılırken, karınca, ateşi söndürmek için ağzıyla su taşıyor. (Bu suyla ateş söner mi?) diyorlar. (Sönmese de, ben tarafımı belli etmeliyim, kimden yana olduğumu göstermeliyim) diyor. 60-70 yıl önce, milletin çoğunluğu Adnan Menderes'in tarafındaydı, oylarıyla bunu belli etmişlerdi. İhtilali yapanlar, halktan korkuyorlardı, fakat idam edileceği zaman, halk tarafsız gibi davranıp hiçbir tepki göstermeyince, en azından bir yürüyüş bile yapmayınca, Menderes tarafsızlığın, renksizliğin, vurdumduymazlığın, nemelazımcılığın, korkaklığın kurbanı oldu.

    Demek ki, olaylarda tarafsız değil, doğrunun, iyinin tarafında olmak gerekir.
    Ana baba, bir evladını diğerinden ayırmaz, ayırıyorsa demek biri iyi, diğeri kötüdür. Fâsık evlatla, salih olan bir tutulmaz. Söz dinlemeyen evlatla, söz dinleyen evlat, bir tutulmaz. Ana babanızın, farklı davranmasının bir sebebi olabilir. Sebepsiz ayrım yapmazlar. Belki de haklı bir sebepleri vardır. Bu sebepler bilinmeden, kesin bir şey söylenmez.

    Dikkat edilecek dört husus

    0 yorum

    Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:

    En büyük varlık, en büyük zenginlik, Ehl-i sünnet itikadında olmaktır. İmam-ı Rabbânî hazretleri, (Herkese, her şeyden önce lazım olan, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi inanmak, sonra bu büyüklerin bildirdiği ilmihâl bilgilerini öğrenmektir) buyuruyor. İlmihâl bilgileri, neye nasıl inanacağımızı, neyi, nasıl ve niçin yapacağımızı anlatan bilgilerdir.

    Haram, mekruh, müfsid, farz, vacib, sünnet, müstehab, mubah denilen bu bilgilere ef’âl-i mükellefin denir. Yani her mükellef insanın yapması ve sakınması gereken işlerdir. Bunları hakkıyla yerine getiren, ârif bir kul olur. Bu hususları bildiren büyüklerin yoluna tâbi olan, onların gösterdiği yolda devam eden, onların gittiği yere varır.

    O hâlde, onların gittiği yere varmak için, şu dört hususa dikkat etmelidir:

    1- Ehl-i sünnet itikadına uygun bir iman,
    2- Kendisine lâzım olan ilmihâl bilgilerini doğru kaynaktan öğrenmek,
    3- Öğrendiklerine uygun ihlâsla amel etmek,
    4- Din büyüklerini tanıyıp sevmek ve kendi aklını bırakıp o büyük zatlara tâbi olmak.

    Bunları yerine getiren, onlarla beraber olur, onlarla beraber olan da, onların kavuştuklarına kavuşur.
    Büyüklerin yoluna girmek, uçağa binmeye benzer. Bu uçak, özellikle bizim için kalkmadığı gibi, şahsımıza da ait değildir. Fakat onun gideceği yere, bizim de gidebilmemiz için, bazı şartları, yerine getirmek gerekir. Bilet almak, kalkacağı saatte, kalkacağı yerde hazır olmak, yolcu olduğumuzu tescil ettirip yerimize oturmak, pilotun işine hiç karışmamak gerekir. Yani şartları yerine getirdiğimizde, o uçağın gideceği yere, makam ve mevki sahibi kimselerle, beraber varmak mümkün olur. Allahü teâlânın rızasını kazanmak için, âlim olmak şart değildir. Ehl-i sünnet itikadından sonra, ilmihâl bilgilerini öğrenip emredildiği şekilde yapmakla, Allah'ın izniyle Cennete gitmek mümkün olur.

    Zaman su gibi akıp gidiyor, ömür geçiyor. İyisi de kötüsü de bunu görüyor ve yaşıyor. Dünya hayatı hayâldir. Bu hayâle gönül bağlayanlara, hayâlle avunanlara yazıklar olsun!

    İhtiyara hürmet

    0 yorum

    Sual: Bir ateist, belediye otobüsünde tanıdığı bir ihtiyara yerini veriyor. Bu ateist, daha sonra namaza başlıyor. İhtiyara gidip durumu anlatıyor. İhtiyar da, (Bana yer verince, hidayete kavuşman için gıyaben dua etmiştim. Allahü teâlâ, gıyaben yapılan duaları kabul eder. Demek ki dua kabul oldu, sen de hidayete kavuştun) diyor. Peki, bu ateist gayrimüslim olsaydı, o da dua sayesinde hidayete kavuşur muydu?
    CEVAP
    Gayrimüslim, Müslüman olmayan demektir. Ateist de gayrimüslimdir. Yahudi de, Budist de, dinsiz de gayrimüslimdir.

    Duayı kim alırsa ve dua kabul olursa, o kimse Müslüman olur. Ateist veya başka bir kâfir, üç sebeple hidayete kavuşur:

    1- Allah’ın lütfuyla: Cömert olan veya insanlara iyilik eden yahut başka iyi bir meziyeti olan kâfir, Allah'ın lütfuyla Müslüman olabilir. Bir âyet-i kerime meali:
    (Allah, doğru yola iletmek istediğinin kalbini İslam’a açar.) [Enam 125]

    2- Kendi araştırmasıyla: Hakkı, doğruyu bulmak gayretiyle, bütün dinleri inceler. İslamiyet’in güzelliğine hayran olup Müslüman olur. Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz vermiştir. Bir âyet-i kerime meali:
    (Doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz.) [Ankebut 69]

    3- Birinin duasına kavuşmakla: Mesela Hazret-i Ömer, duaya kavuşmakla Müslüman olmuştur. Resulullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Ya Rabbî, bu dini, Ömer’le veya Amr’la [Ebu Cehil’le] kuvvetlendir) diye dua etmişti. Bu saadet Hazret-i Ömer'e nasip oldu. (Tirmizî)

    Yaptığı iyilik sayesinde ihtiyarın duasına kavuşan ateiste de, iman nasip olmuştur. Onun için hep iyilik etmeli ve herkesin duasını almaya çalışmalıdır.

    İşlerin dağınık olması
    Sual: İşlerimizin dağınık olması, çeşitli düşüncelere yol açıyor, sıkıntı veriyor, ibadetlerimizi etkiliyor. Ne yapmalıdır?
    CEVAP
    İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
    Günlük işlerin bozuk ve dağınık olması, kalbin de dağılmasına yol açar. Kalbe gelen üzüntü ve kuruntuyu gidermek için tevbe ve istiğfar okumalıdır! (2/32)

    Demek ki, imkân nispetinde dünya işlerini düzeltmek, dağınıklıktan kurtulmak ve bu gafletten dolayı istiğfara devam etmek gerekiyor. İstiğfar, birçok derdin devasıdır.


    Melek de olsa
    Sual: Mektubat-ı Rabbânî’de şöyle bir beyit var:
    Hakk’ın ve hak adamlarının yardımı olmadan,
    Melek de olsa, kurtulamaz yüz karalığından.
    Melek günahsızdır, yüzü niye kara olsun ki?
    CEVAP
    (Melek) ve (Melek gibi) demek, günahsız, mâsum demektir. Mesela (Bu çocuk melektir) demek, hakiki melek demek değildir, (Melek gibi günahsız) demektir. Yani insan, melek gibi günahsız olsa da, Hakk'ın yardımı ve Hak adamlarının yani mürşid-i kâmillerin himmeti olmazsa, nefsin ve şeytanın saldırısından kurtulamaz. Burada, doğru yolu gösteren bir rehberin önemi vurgulanıyor.

    Evliya zatlar put değildir

    0 yorum

    Sual: Konyalı Vehbi Efendi, Yunus sûresinin 106. âyetinin tefsirinde, evliya zatların türbelerine giderek onlardan yardım istemenin putperestlik olduğunu bildiriyor. Bu zat kimdir?
    CEVAP
    Osmanlı’nın son döneminde, din adamlarından bazısı, padişahın tahtan indirilmesi için fetva vermişler ve dinimize aykırı çok kitap yazmışlardır. Bunlardan biri olan Konyalı Mehmet Vehbi Efendi hakkında Rehber Ansiklopedisi’nde şöyle deniyor:

    1908’de İkinci Meşrutiyet’ten sonra, Konya milletvekili oldu. 1919’da tekrar seçildi. Siyâsî hayatında hep Atatürk’ün yanında kalıp, onun düşüncelerini bütünüyle destekledi. Konya’da bulunan Vehbi Efendi’yi, Atatürk, Ankara’ya çağırıp, onu Şer’iye ve Evkaf Bakanı yaptı. Bu görevde iken 1922’de Resulullah'ın halifesi olan Osmanlı Padişahı Vahideddin Han’ın, hal edilmesine dair fetva verdi. Daha sonra, CHP’den başbakan olan Şemsettin Günaltay’ın tavsiyesiyle Hülâsatül Beyân fî Tefsîril Kur’ân adlı şahsi düşüncelerle dolu tefsirini yazdı. 1949’da Konya’da öldü. (Rehber Ansiklopedisi)

    Vehbi efendiye tefsir yazmayı tavsiye eden Şemsettin Günaltay, dinde reformcu ve mason olan Efganî için, (Şeyh Efgânî, Peygamber kadar şâyân-ı hürmete layıktır. Ona itiraz edenler, Ebu Cehil kadar lânete müstahaktır. Çünkü Peygamberin zamanındaki İslâmlığı yeniden diriltmeye kalkışmıştır) demiştir. Onun zamanında çıkarılan 163. madde, Turgut Özal zamanında 1991’de yürürlükten kaldırılmış, Müslümanlar zulümden kurtulmuştu. Yaptığı bütün icraatlarında, İslâm dinini kendi düşüncelerine göre yenileme fikri Şemsettin Günaltay’ı, İslamiyet’ten tamamen uzaklaştırdı. 1950’de CHP iktidarı kaybedince, onun da başbakanlığı bitti. 1961 genel seçimlerinde CHP İstanbul senatörü seçildiyse de, kanserden öldü. (Rehber Ansiklopedisi)

    S. Ebediyye’de, (Konyalı Vehbi Efendi’nin tefsiri, bir vaaz kitabıdır. Yeni yazılan Türkçe tefsirlerin en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsi düşüncelerden dolayı, okuyanlara zararı, faydasından çok oluyor) deniyor. Vehbi Efendi’nin tefsiri de aynen böyledir.

    Vehbi Efendi, Yunus sûresinin, 106. âyetinin meali olan, (Fayda ve zarar veremeyen şeylere tapma! Eğer böyle yapacak olursan, şüphesiz zalimlerden olursun) ifadesini yazıyor, sonra da, (Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına göre, bu âyet-i celile putlara ibadet edip, onlardan yardım isteyenler içindir) diyor. Bunları yazmasına rağmen, şöyle bir yorum getiriyor:

    (Evliyaullahtan zannolunan kimselerin kabirlerinden istimdad etmenin ve onlardan yardım beklemenin yasak olduğuna bu âyet açıktan delâlet eder.)

    Âyette ve açıklamasında, bu âyetin putlara ibadet etmekle ilgili olduğunu bildirdiği hâlde, (Bu âyet, evliya kabirlerini ziyaret etmenin yasak olduğunu gösteriyor) diyebiliyor ve şöyle devam ediyor:

    (Şu hâlde birçok cahilin onların kabirlerini beklemeleri, onlarda tasarruf var zannetmeleri ve onların kabirlerine iltica ederek yalvarmaları, bâtıl itikad ve faydasız yorgunluktan ibarettir. Hattâ bu misilli ölmüş kimselerden istimdad edip onların ianeye iktidarları olduğunu itikad edenlerin ülûhiyeti itikadıyla beraber putperestlik edenlerden farkları olamaz.)

    Evliya türbelerini beklemeyi [türbedarlığı] bile putperestliğe benzetiyor.

    Abdullah ibni Ömer’in “radıyallahü anhüma” rivayet ettiği, (Kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanları kötülemek için delil olarak kullanacaklar) hadis-i şerifi, bir mucize olarak gösteriyor ki, Vehhabiler, müşrikler hakkında inen âyetleri Müslümanlar için, Rafızîler de münafıklar hakkında inen âyetleri Eshab-ı kiramı kötülemek için delil gösteriyorlar. Ehl-i sünnet olanlar, bunların oyunlarına gelmemelidir.