Son Konular

  • Ahmed Yesevi

    Etiketler: , , 0 yorum

    ahmet yesevi
    Türkistan'da yetişen büyük velîlerdendir. 1194’de Yesi'de vefât etti. Tîmûr Han onun için muhteşem bir türbe yaptırmıştır. Ahmed Yesevî'de çocukluğunda garib görülüyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyordu. Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdar var idi. Ceylan avına çıkan hükümdarın yolu Karaçuk dağına çıktı. Dağ çok sarp idi. Atı, kan ter içinde kaldı ve avını kaçırdı. Buna üzülen hükümdar; "Bu dağı ortadan kaldırmalı" diye söylendi. Ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarını almayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ettiler. Dağ yerinden ayrılmadı. Oraya gelmeyen bir velînin olup olmadığı araştırıldı. Ahmed Yesevî küçük olduğundan çağrılmadığı anlaşıldı. Onun da gelmesi istendi. O da, hükümdarın istediği yere geldi. Velîlere sofradaki bir parça ekmeğe duâ edildi. O da ekmeği oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda binlerce kişi vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmed'in büyüklüğünü anladılar. Hâce Ahmed, sırtındaki babadan kalma
    hırkasına bürünmüştü. Birdenbire yağmur yağdı, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca,
    yağmur durdu, güneş çıktı. Karaçuk dağının ortadan kalktığı görüldü. Bunu gören hükümdar, Hâce Ahmed'den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî kalmasını istedi. Hâce Ahmed de; "Kim bizi severse, senin adınla bizi ansın" dedi. Bundan sonra kendisine "Ahmed Yesevî" denildi. Geçimini sağlamak üzere tahta kaşık yaparak satardı. Öküzünün sırtına bir heybe asar, içine de yaptığı kaşıkları koyup, Yesi çarşısına salıverirdi. Kim kaşık alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı. Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz onun peşini bırakmaz, nereye gitse onu takip ederdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça, o kimsenin yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olunca da evine dönerdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar da olurdu. Bunları muhtaçlara sarf ederdi. Merv şehrinde Mervezî isimli bir müderris, Ahmed Yesevî hazretlerini imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, 400 müşâvir ve 40 müftü ile yola çıktı. "Ben üç bin mesele bilirim. Hepsine ayrı suâl sorar, imtihan ederim." diye düşündü. Ahmed Yesevî hazretleri, talebesi Muhammed Dânişmend'e; "Bir bak, bize kimler geliyor?" buyurdu. Mervezî'nin mâiyetiyle geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile M. Dânişmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî'nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Hakîm Atâ'ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi şehrine geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, "Demek sen Allah'ın kullarını do ru yoldan ayırıyorsun" dedi.
    Hâce, hiç kızmadı. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol, sonra görü ürüz." buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce hazretleri, Hakîm Atâ'ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî'nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Hafızasındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsüde konuşmak istedi. Fakat hatırına bir şey gelmedi. Defterinden okumak istedi. Fakat oradaki yazıların da silindiğini gördü. O zaman Mervezî, kusurunu anlayıp hemen tevbe etti. Talebeliğe kabulü için yalvardı. 5 yıl kaldı. Yüksek derecelere kavuştu. Buyururdu ki: "Câhillerle dostluk kurmaktan sakının. İslâmiyeti tam bilmiyen,
    tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık yolunda bulunmaya kalkarsa, bunun îmanını şeytan çalar. Kendisinde keramete benziyen bazı haller görülürse de bu, şeytanın oyunudur.

    Evliyalık taslayan böyle şeyhler için der ki:

    Nafile oruç tutar herkese şeyhlik satar
    İlmi yok, körden beter, ahir zaman şeyhleri.
    Beline kuşak bağlar, para toplarken ağlar,
    Kendini adam sayar ahir zaman şeyhleri.
    Başına sarık sarar, ilmi yok neye yarar
    Oku yok yayı gerer ahir zaman şeyhleri.
    Paraya kucak açar, zoru görünce kaçar,
    Ömrünü boşa harcar ahir zaman şeyhleri.
    Şeyhlik ulu bir iştir, Hakka doğru gidiştir
    Aş vermez bağrı taştır, ahir zaman şeyhleri.
    Miskin Ahmed nerdesin, Hak yolunda n’idersin?
    Böyle nere gidersin ahir zaman şeyhleri.

    İmam-ı Nevevi

    Etiketler: , , , 0 yorum

    Şâfiî âlimlerinin büyüklerinden. İsmi Yahyâ bin Şeref, lakabı Muhyiddîn, künyesi Ebû Zekeriyyâ'dır. 1233 (H.631) senesinin Muharrem ayında, Şam'ın güneyindeki Nevâ kasabasında doğdu. Doğduğu yere nisbetle evevî denmiştir. 1277 (H.676) yılının Receb ayında vefât etti.
    Muhyiddîn Ebû Zekeriyyâ Yahyâ'yı, babası küçük yaşta Kur'ân-ı kerîm öğrenmesi için mektebe gönderdi. Kısa zamanda Kur'ân-ı kerîm'i ezberledi.Zamânının âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsil etti. On dokuz yaşına gelince, babası, tahsil için, Şam'daki Revâhiyye Medresesine götürdü. Önce tıp okudu, sonra tamâmiyle din ilimleri üzerinde çalıştı. Şâfiî mezhebinin temel kitaplarından olan Et-Tenbîh ile Mühezzeb'in dörtte birini, dört buçuk ayda ezberledi. Kemâleddîn Sellâr Erbilî, İzzeddîn Ömer Erbilî, Kemâleddîn İshâk bin Ahmed hazretlerinin derslerine devâm etti ve fıkıh ilmini öğrendi. İzzeddîn Ömer Erbilî'ye çok hizmet etti. Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu. Zamanla, usûl, nahiv, lügat ve benzeri ilimlerin inceliklerine vâkıf oldu. Hâfız Zeyn Hâlid Nablüsî, Radî bin Bürkân, İbn-i Abdüddâim, Ebî Muhammed İsmâil bin Ebî Yüsr ve birçok âlimden hadis ilmini öğrendi. Kısa zamanda, ilimde devrinin en büyük âlimlerinden oldu ve insanlığın saâdeti için pekçok kitap yazdı. Şâfiî mezhebinin esâslarını kitaplarında bildirdi. Kendisinden; Şeyh el-Mizzî, Ebü'l-Hasan Attâr ve pekçok âlim ilim tahsil ettiler.
    İki kere hacca gitti. 1266 senesinde, Dâr-i Hadîs-i Eşrefiyyede ders verdi. Vefâtına kadar, bu vazîfesinin karşılığında hiç para almadı. Mübârek sakalında birkaç beyaz kıl vardı. Kendisindeki sekîne ve vekâr hâli herkes tarafından görünürdü.
    İmâm-ı Nevevî hazretleri ömrünün sonlarına doğru, üzerindeki emânetleri sâhiplerine verip, borçlarını ödedi. Kitaplarını kütüphâneye verdi. Nevâ'da, doğduğu evde günlerce hasta yattıktan sonra vefât etti. Türbesi ziyâret edilmekte, âşıkları mübârek rûhundan feyz almaktadır.
    İmâm-ı Nevevî hazretleri, geçinmede kanâat üzere olup, nefsî ve dünyevî arzu ve isteklerden geçmişti. Allahü teâlâdan çok korkardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibâdet ve tâatle geçirirdi. İlim tahsilinde gayretli olup, sâlih ameller yapmakta sabrı çoktu. Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanından getirdiği, tam helâl olduğunu bildiği şeyleri yemekle kanâat ederdi. Yirmi dört saatte bir defâ, yatsıdan sonra yemek yerdi. Yine günde bir defâ, sahûr vaktinde su içerdi. O diyârın âdeti olan kar suyu içme âdetini yapmazdı. Bekâr idi. Hiç evlenmedi. Geceleri uyumaz, ibâdet eder ve kitap yazardı. Devlet reislerine, vâlilere ve diğerlerine emr-i marûf ve nehy-i münkerde bulunurdu. Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmak lâzım olduğunu anlatırdı. Bu işte hiç müdâhene etmez ve gevşeklik göstermezdi.
    İmâm-ı Nevevî hazretlerinin, Kütüb-i Sitte'de geçen hadislerden topladığı Riyâd-üs-Sâlihîn isimli eseri meşhurdur.
    Buyurdu ki;İnsanlar Allahü teâlâya kulluk, ibâdet etmek için yaratılmıştır. İnsanlar saâdete kavuşmak için yaratılış gâyelerine dikkat etmeli ve dünyâya düşkün olmaktan kaçınmalıdır. Dünyâ nîmetleri geçicidir. Dünyâ ebedî kalınacak bir yer değildir. Âhirette saâdete kavuşmak için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı kimseler bu fâni dünyâya düşkün olmayıp kulluk vazîfesini hakkıyla yapanlardır.
    Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir.
    Eserleri:
    İmâm-ı Nevevî hazretlerinin yazdığı eserlerin sayısı çoktur. Okuyanlar çok istifâde etmektedir. Eserlerinden bâzıları şunlardır: Ravda; fıkıhla ilgilidir. Riyâd-üs-Sâlihin; hadis üzerinedir. Hadîs-i şerîflerin şerhi hakkında, Şerh-i Sahîh-i Müslim'i vardır. Hadis ricâlinin isimlerini harf sırası ile bildiren Tehzîb-ül-Esmâ adlı büyük bir kitabı, ayrıca; Lügat-üt-Tenbîh, Tıbyân, Minhâc gibi eserleri de vardır.

    Zekeriya Razi

    Etiketler: , , 0 yorum

    zekeriya razi
    Latinlerin Rhazes diye adlandırdıkları, Doğu ve Batılılarca tanınan meşhur tabip, Asırlarca Avrupa'ya ders veren Müslüman-Türk bilginidir. 864'te Rey'de doğdu. Harika bir çocuktu. Önce filoloji ve matematik okudu. 30 yaşına kadar sarraflık yaptı, ney üfleyip musikide şöhret oldu. Bağdat'a gitti; İbn-i Musa ve Huneyn bin İshak'tan Yunan, Iran, Hint ve İslam tıbbını öğrendi. Uzman bir tabip olarak Rey'e döndü. 100 aday içinden seçilip hastane baştabipliğine ve halifenin özel doktorluğuna getirildi.
    Razi, asırlarca kimsenin eremediği zirveye ulaştı. Hükümdarların çok itibar ettiği, halkın candan sevdiği bir hekimdi. Tabipler onun engin tecrübesinden faydalanmak için kliniğine gider, muayenesini takip ederlerdi. Hastalara isabetli teşhis koyar, fakirleri ücretsiz tedavi eder, ilaç paralarını verirdi. Nihayet birileri çekemedi bu dehayı, ağır iftiralarla görevinden alındı. Sıkıntılara düştü, gözleri görmez oldu. Kız kardeşinin evinde 925 yılında hayata gözlerini yumdu.
    Batılılar ona "Şark'ın Galen'i" derlerdi. Hâlbuki Razi, ondan çok ileri seviyelerdeydi. Paris Tıp Fakültesi salonunda İbn-i Sina'yla birlikte fotoğrafının asılı olması, ona verilen değerin belgesidir. Prof. P. Hitti onun için, "Bütün tabiplerin en büyüğü ve en çok eser yazanıdır. Ortaçağın en orijinal düşünürü ve klinikçisidir. Eserleri, asırlar boyu Batı'nın anlayış ve idraki üzerine dikkat çeken büyük tesirler meydana getirmiştir" der.
    Dr. Signid Hunke'yse onu "Razi, meslek ve mesuliyet duygulu bir tabip, çaresizlerin yardımcısı, uzman bir klinikçi, gözlemci ve kendi çağına kadar gelen tıbba dair bütün ilmi malzemeyi düzenleyip ortaya koyan bir sistematikçidir" diye tanıtır.

    İLME HİZMETİ
    Razi, tıbbı Yunan tababetinden ayırıp bağımsız İslam tababeti haline getirdi. Çiçek ve kızamık hastalıklarının teşhis ve tedavi yöntemini keşfetti. Kalp sektelerine karşı kan almayı uyguladı. Ameliyatlarda hayvan bağırsağını dikiş maddesi olarak ilk o kullandı. Hafif müshilleri, inmelerde ıslak kupa çekmeyi, ateşli hastalıklarda soğuk suyu ilk o tatbik etti. Kaytan (fitil) yakısını, sesi meydana getiren sinirleri keşfetti. Mafsal romatizması, taş, mesane, böbrek ve çocuk hastalıklarıyla ilgili engin ve zengin bilgi sahibiydi.
    Haçlı seferlerinden önce papazlar banyo ve beden eğitimi yapmayı çok çirkin, fuhuş ve sefihatı gibi kötü görürlerdi. Razi'yse hastalarına beden eğitimi ve banyo yapmayı tavsiye etti, onları en sıhhi yerlere yerleştirdi. Tedavide nebati ilaçlara öncelik verdi. Damla hastalığıyla romatizmayı birbirinden ayırdı. Asırlar boyu müshil ve kusturucu olarak genelde tehlikeli bir ilaç olan "Drastica" kullanılırdı. Razi bugün bile beğenilen hafif ve iç açıcı ilaç olarak sinameki yaprakları, demir- hindi sabır ve ravendi kullandı. Böbrek ve mesanedeki taşları ilk defa ilaçla parçalatma veya ameliyatla çıkartma yöntemini buldu.

    HASTAYA MORAL
    Razi'ye kadar tedavisi imkânsız hastalar -Hipokrat'ın görüşleri ışığında- ölüme terk edilirdi. Razi'yse "Doktor, hastalarını iyi olacaklarına inandırmalı ve onlara şifa ümidi vermelidir. Eğer netice alınacağından emin değilse, ölmeden önce hastanın cesaretini artırmalı, ona yaşama kudreti telkin etmelidir" dedi. Böylece tedavisi imkânsız hastaya yardım ve ihtimam gösterilmesini isteyen ilk hekimdi. Ona göre ölümü yaklaşan hastaya iyileşeceği kanaati telkin edilmeliydi.
    Ruh hastalarını tedavi konusunda da Batılı hekimlere yol gösterdi. Avrupa ancak 18. asrın ortalarında Razi'nin bulunduğu noktaya gelebildi. 0 tarihe kadar Batı'da akıl ve ruh hastalıklarına, hastanın günahı ve şeytana kapılma olarak bakılıyor, hastalar hücrelere atılıyor ve dövülüyordu. İslam dünyasındaysa o çağda bu tür hastalar, modem hastanelerde tedavi görüyordu.
    Tarihte ilk defa tabiat ilimleri felsefesini kurdu, Bu felsefe Batı'da ancak 15. asırda, gözlem ve deneyse 17. asırda görülebildi.
    Yer çekimini Newton'dan önce Razi'nin ispat ettiğini görüyoruz. Ayrıca o, ünlü bir kimyacıydı. Kimyayı tıbbın hizmetine soktu. Hâlbuki Batılı buna ancak Pracelsus'la ulaşabildi. Yaptığı ilaçları önce hayvanlar üzerinde denedi. Geliştirdiği ilaçlardan biri Fransa'da Blanc Rhasis adını aldı. İlaçtan hoşlanmayan hassas hastalar için fena lezzetli "roob"u, bugünkü gibi şekerli ve kaygan maddelerle kapladı. Sülfürik asit ve saf suyun kâşifi de odur. Razi, tarihin temiz sinesine adı nakşedilen ve nadir yetişen bir İslam bilginidir. Tıp dünyası onu şükranla yâd etmektedir.

    ESERLERİ
    Razi'nin eserleri, 17. asra kadar Batı fakültelerinde temel eser ve ders kitabı olarak okutuldu. "Onun eserleri İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd'ün kitapları gibi, Hipokrat ve Galen'in eserlerine denk tutuldu; bunlar olmadan tedaviye cesaret eden doktor, toplumun sağlığını bozar" denmişti.
    Razi, çoğu tıbba ait olmak üzere 184 kadar eser yazdı. En meşhuru El-Havi'dir. 30 ciltli bir tıp ansiklopedisidir. 15 yıl çalıştı ve eser tamamlanmadan öldü. Avrupa ve İslam âleminde asırlarca en çok itibar edilen şaheserdir. Tıbba ait her mesele bütün detaylarıyla aydınlatılmıştır. Önce 1279, sonra 1486 yılında Latince'ye tercüme edildi. Batı'da sadece 1486-1542 yılları arasında 5 defa basıldı. İngilizce dâhil birçok Batı diline çevrildi. 17. asra kadar Batı'nın ders kitabı oldu. Kimya dalında 12 adet eser yazdı. Bunlardan Kitab'üs-Sır-il Esrar Kitabı, 14. asra kadar Batı'da kimya ilminin baş eseri oldu. Birçok dile çevrilip basıldı.
    Kitabü't-Tıbb el- Mansuri, Horasan hükümdarı Mansur'a ithaf edilmiş olup 10 cilttir. İlk Latince tercümesi 1480'de yayınlandı. Eserin bazı bölümlerinin tercümeleri son zamanlarda Avrupa'da tekrar basıldı.
    El-Cüderi Ve'l Hasba (Çiçek ve kızamık), Razi'nin Batı'da en çok tanınan eseridir. Tarihte bu konuda yazılan ilk kitaptır. (40'tan fazla baskısı yapıldı.) El-Mulahhas, Kitabü'l-Muluki...,
    Razi'nin ayrıca teoloji, felsefe, astronomi, matematik konularında kitapları vardır. Mıknatısı Demirin Çekme Sebebi, Dünyanın Şekli, Dinlerin Kritiği, İlahi İlim bunlardan bir kısmıdır.
    (Eğitim Bilim Dergisi)

    Hz. Hadice-tül Kübra

    Etiketler: , , 0 yorum

    mavi gul, gul resimleri
    Peygamberimizin ilk hanımı, ilk îmân eden hür kadın, mü’minlerin annelerinden. Kureyş kabilesinin kibar ve asil bir ailesine mensûbtur. Nesebi Peygamber efendimiz (s.a.v.) ile baba tarafından Kusay, anne tarafından Lüey sulâlesiyle birleşmektedir; Cahiliye devrinde lakabı Tâhire idi. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Hadîce’nin ilmi, malı, şerefi, iffeti ve edebi pek fazla idi. Ticâret ile uğraşan, devrin, büyük tüccarlarındandı. Memurları, kâtibleri ve köleleri vardı. Ticâreti adamları veya ortaklık suretiyle yapardı. Hz.Hadîce, Hz. Muhammed’in üstün ahlâk vasıflarını ve “emin” lakabına itimad ederek, herkesten daha fazla ücret vermek vâ’dıyla O’nu Şam ticâret kafilesine kattı. Hz. Muhammed’in, yanına kölesi Meysere’yi de verdi. Şam ticâret seferi üç ay sürdü. Bu sefer esnasında Hz. Muhammed’in şahsında harikulade haller görüldü. Seferde O’nu gölgeleyen bir bulutun ve kuş şekline giren iki meleğin devamlı üzerinde bulunması, yolda yürüyemiyecek derecede yorulup, kervandan geri kalan iki devenin ayaklarını eliyle sığmasından sonra, develerin birden süratlenmesi, Busra’daki Manastır yanındaki kuru ağacın altına oturmasıyla yeşermesi ve rahib Nastura’nın yeminle Hz. Muhammed’in son peygamber olduğunu müjdelemesi, Busra Pazarı’nda Yahudi ile pazarlık esnasında Meysere’nin Peygamberlik vasıflarını teşhis etmesi halleri meydana geldi. Seferden dönüşte Hz. Hadîce’ye Hz. Muhammed’in bu hallerini akrabası Zübeyr ve kölesi Meysere bir bir anlattılar. Hz. Hadîce, anlatılanlar, mallarını satmak üzere teslim ettiği Hz. Muhammed’in bereketiyle iyi kâr etmesi ve bunlardan ziyade kervanı karşıladığı sırada Hz.Muhammed’i gölgeleyen iki meleği bizzat görmesinden çok etkilendi. Daha önce gördüğü bir rüyası da gökten inen ayın, koynuna girip koltuğundan çıkarak bütün âlemi aydınlatması idi. Hz. Hadîce, bu halleri, putlara tapmayıp, Hrıristiyan olan, Tevrat ve İncil’i okumasını bilen, bölgenin iyi tanınmış şâir ve bilginlerinden amcasıoğlu Varaka bin Nevfel’e anlattı. Varaka bin Nevfel rüyayı “Âhir zaman peygamberi vücûda gelmiştir. Sen O’nun hanımı olursun. Senin zamanında O’na vahiy gelir. O’nun dîni bütün âlemi doldurur. Sen O’na en önce îmân eden olursun. O peygamber Kureyş kabilesinin Haşimoğulları kolundan olacak...” diye tâbir edip, hallerini de hayretle şöyle anlattı: “Bu söylediklerinden anlaşılıyor ki, şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberi olacak. Ben, zaten bu ümmetten bir peygamber çıkacağını biliyor ve O’nu bekliyordum. Bu zaman O’nun tam zamanıdır.” deyince Hz. Hadîce’nin sevgi ve itimadı daha da arttı. Bu esnada kırk yaşında olup, dul idi. Hz. Muhammed ise yirmibeş yaşında idi. İki taraftan elçiler Hz. Muhammed ile Hz. Hadîce’nin evlenmesini kararlaştırdılar. Nikâh meclisi Hz. Hadîce’nin evinde kuruldu. Ebû Talib ve Varaka bin Nevfel tarafından takdim konuşmaları yapıldı. Nikâhı Varaka bin Nevfel kıydı. Kureyş kabilesinin ileri gelenleri de nikâh şahidi olarak bulundular, Hz. Hadîce’nin Peygamber efendimizle olan bu evliliğinden dört kızı ve iki oğlu olmak üzere altı çocuğu oldu. Kızlarının adları Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma, erkekleri ise, Kâsım ve Abdullah’tı. Kâsım’dan dolayı Resûlullah’a (Ebül-Kâsım) denildi. Nübüvvetden önce Mekke’de dünyâya geldi! On yedi aylık iken vefât etti, Hadîce-tül-Kübra’dan (r.anhâ) olan son çocuk Abdullah’tır. Nübüvvetten sonra doğup memede ikenvefât etti. Tayyib ve Tahir de denilir. Abdullah vefât edince, Âs bin Vâil (Muhammed ebter oldu) yani soyu kesildi dedi. Kevser süresi gelerek, Âs kâfirine Allahü teâlâ cevab verdi.Hz. Muhammede(s.a.v.) Cebrâil(a.s.) ilk vahyi getirip, Peygamber olduğunu bildirince, bunu ilk Hz. Hadîce’ye söyledi. Hz. Hadîce; “Biliyorum ki, sen doğru sözlüsün. Emânete riâyet edersin.. Güzel huylu ve iyi ahlâklısın... Senin bu ümmetin peygamberi olacağını umarım” dedi. Mûhammed’in (s.a.v.)bildirdiklerine hiç tereddüt etmeden hemen îmân ederek inanan ilk hür kadın oldu. Kâfirlerin inatlıkları,alay ve eziyetlerine karşı, Resûlullah’a gayret ve teselli verirdi. Bütün malını, mülkünü O’nun uğruna fedâ etti. Resûllullah’a(s.a.v.) yirmi dört sene hiç incitmeden sadâkatle hizmet etti. O’nu bir kerre bile üzmedi. Hz. Hadîce altmışbeş yaşında Hicret’ten üç sene önce (m. 619) Ramazan ayı başında Mekke’de vefât eti. Hacun mezarlığında defn edildi. Muhammed(s.a.v.) Hz. Hadîce’nin vefâtına çok üzüldü. Bundan dolayı bu seneye üzüntü, keder yılı mânâsında “Senet-ül-Hüzn” denildi.
    Siyer, târih, menkıbe ve çeşitli kitaplar Hz. Hadîce hakkında çok ve pek kıymetli bilgiler verir. Hz.Hadîce, Peygamber efendimize, evlâdına, müslümanlara ve insanlara çok şefkatliydi. Ev işlerini iyi bilip,mükemmel iş görürdü. Peygamberimiz(s.a.v.) bu hususta O’nun için “Hem çocuk annesi hem de ev işi tanzim eden hatun” buyurdu. Peygamberimize(s.a.v.) karşı çok hürmetkâr idi. Ne buyurursa itiraz etmeden kabul ederdi. Bu her zaman böyle oldu. Resûlullah da(s.a.v.) onu her zaman medh ederdi. Hatta bir gün yine O’nu medh ederken, Hz. Âişe dayanamayıp, “Cenâb- ı Hak size daha iyisini verdi”dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Hayır, ondan iyisi verilmedi. Herkes bana yalancı dediği günlerde, o bana inandı. Herkes bana eziyet verirken, O bana yâr oldu. Üzüntülerimi giderdi.” buyurdu. Hz. Hadîce hayattayken, Peygamberimiz başka bir kadınla evlenmedi. O’nun akrabalarını gördüğü zaman hemen ayağa kalkar, onları karşılar ve yanlarına oturturdu. Eline mal geçtiğinde, onları unutmaz, hemen hediye göndererek, unutmadığını hatırladığını belirtirdi. Peygamberimiz yine onun ve diğer üstün hatunlar hakkında buyurdu: “Dört hatunun fazîletleri bütün dünyâ hatunlarının fazîletlerinden üstündür. Meryem binti İmrân, Firavn’ın îmân etmiş hanımı Asiye, Hatice binti Hüveylid ve Fâtıma binti Muhammed.” Peygamberimize vahiy gelmesinden sonra idi. Müşrik Araplar, Resûlullah’a (s.a.v.) pek düşmandılar. Hz. Hadîce Resûlullah’ı(s.a.v.) devamlı koruyup, aramaktaydı. Peygamberimiz dışarıdayken, onu aramak için çıkmıştı. Hz. Cebrâil(a.s.) bir insan kıyafetinde Hz. Hadîce’ye göründü. Hz. Hadîce O’na Peygamberimizi sormak istediyse de, düşmanlardan olma ihtimâlini hesaba katarak sormayıp, geri eve döndü. Peygamberimizi evde görünce, hâdiseyi O’na anlattı. Peygamberimiz(s.a.v.) buyurdu ki:“Senin gördüğün ve beni sormak istediğin o zatın kim olduğunu biliyor musun? O, Cebrâil“Aleyhisselâm” idi. O’nun selâmını sana bildirmemi söyledi. Şunu da sana bildirmemi söyledi ki, Cennette senin için incilerden yapılmış bir bina hazırlanmıştır. Tabii orada böyle üzüntülü, sıkıntılı ve zahmetli, külfetli şeyler bulunmayacaktır.”

    Hz. Musa

    Etiketler: , 0 yorum

    Hazret-i Musa, Beni İsrail'den (İsraîl Oğullarından) İmran adındaki bir şahsın oğludur, Mısır'da doğmuştur. İsraîl Oğulları Mısır'da çoğalarak on iki kabileye ayrılmışlardı. Bunlara "Beni İsraîl Esbatı (İsraîl oğullarının torunları)" denirdi. Bunların böyle çoğalmaları, Mısır'ın eski halkı olan Kıptî'lerin hoşuna gitmiyordu. Onun için bunlara eziyet ediyorlardı.
        Bir gün Mısır kâhinlerinden biri, Firavun'a (Kabus ibni Mus'ab adlı hükümdara) şöyle bir haber vermişti: "İsraîl Oğullarından gelecek bir çocuk, Mısır devletinin batmasına sebeb olacak." Firavunda, İsraîl Oğullarının yeni doğan çocuklarını öldürmeye başlamıştı. İşte bu sırada Hazret-i Musa doğdu. Annesi, onu, Firavun tarafından öldürülmesin diye bir sandık içine koyarak Nil nehrine atmayı uygun buldu. Nil nehrinin kenara attığı
    bu sandığı Firavun'un zevcesi Asiye ele geçirip açtı. İçinden çıkan pek sevimli ve nurlu çocuğu çok sevdi ve onu kendisine evlâd edindi. Hazret-i Musa'nın annesi de, bir yolunu bularak, kendisini bu seçkin çocuğa süt anne tayin ettirdi.
         Hazret-i Musa, kendisine düşman olacak Firavun'un sarayında besleniyordu. Bu, Yüce Allah'ın ibret alınacak pek büyük bir hikmeti idi.
        Hazret-i Musa büyüdü. Bir gün İsraîl Oğullarından biri ile sokakta kavga eden bir Kıptî'ye bir tokat attı. Kıptî yere düşüp can verdi. Hazret-i Musa yaptığına pişman oldu. Firavun'dan korkarak Medyen şehrine çıkıp gitti. Orada Şuayb aleyhisselâm'ın kızı "Safura" ile evlendi. Bir süre sonra Mısır'a dönüp gitmek üzere zevcesi ile beraber yola çıktı. Giderken Tûr dağına uğradı. Orada Yüce Allah'ın hitabına kavuştu, kendisine peygamberlik verildi. Büyük kardeşi Harun'la Firavun'u dine çağırmaya Allah tarafından görevli kılındılar.
         Hazret-i Musa'nın eli ay gibi parladı. Elindeki asa da, dilediği vakit büyük bir ejderha oluverirdi. Bunlar birer mucize idi. O zaman Mısır çevresinde büyücülük çok ilerlemişti. Firavun bu mucizeleri birer sihir (büyü) sanmıştı. Büyücüleri topladı. Bunlar Hazret-i Musa'ya meydan okudular. Fakat Hazret-i Musa'nın asa mucizesini görünce, büyücülerin hepsi iman ettiler. Bunun bir büyü olmadığını hemen anladılar. Çünkü bu asa bir ejderha kesilerek büyücülerin ortaya atmış olduğu hünerlerin hepsini yutmuştu. Eğer Hazret-i Musa'nın gösterdiği şey, bir gözbağcılık olsaydı, böyle yok etme üstünlüğü meydana gelemezdi.
         Çekinmeden Rab olma davasında bulunan Firavun ile Mısır'ın eski halkı Kıptî'ler, Hazret-i Musa'nın bu mucezisini gördükleri halde, ne yazık ki, iman etmediler. Daha sonra bir gece, Musa aleyhisselâm İsraîl Oğullarını alıp Mısır'dan çıktı. Süveyş denizi bir mucize olarak yarıldı. On iki yola ayrıldı. İsraîl Oğullarının on iki kabilesi bu yollardan karşı yakaya geçtiler. Bunları izleyen Firavun ile onun ordusu suların tekrar kapanması üzerine boğulup gittiler. Yalnız Firavun'un cesedi, suların çarpması ile sahile atılmıştı. Kendi ölümlü varlığına güvenerek yaradanını unutmuş, Tanrılık davasında bulunmuştu. İşte böyle büyük bir gaflet içine düşen bir şahsın akıbeti büyük bir ibret levhası olmuştu.
         Musa aleyhisselâm artık Firavun'dan kurtulmuş, İsraîl Oğulları ile beraber selâmetle denizi geçerek Tiyh sahrasına gelmişti. Onları burada bırakarak "Tur-i Sîna" denilen Tûr dağına gitti. Orada kırk gün kadar Yüce Allah'a ibadette ve yalvarışta bulundu. Mekândan ve zamandan münezzeh olan Yüce Allah'ın hitabına kavuştu. Kendisine Tevrat kitabı verildi.
         Hazret-i Musa, Tur-i Sîna'dan Tiyh sahrasına dönünce, kavminin bir kısmını, Samirî adında birinin altından yapmış olduğu bir buzağıya tapar halde buldu. Buna çok üzülmüştü. Bunlar Harun peygamberin öğütlerini dinlemeyerek böyle bir sapıklık içine düşmüşlerdi. Sonra tevbe edip yaptıklarına pişman oldular.
         Musa aleyhisselâm, Ken'an topraklarını, Arz-ı Mukaddes'i almak için Amalika ile savaşmak istiyordu. İsrail Oğulları ise savaştan kaçındılar. Böylece o mübarek peygemberin bedduasına uğrayarak kırk sene Tiyh sahrasında kaldılar. Aradan bir hayli zaman geçti. İsrail Oğullan arasında çölde büyümüş yiğitler yetişti. Hazret-i Musa bunları alıp Lût denizinin güney taraflarına götürdü. Daha ileriye giderek Amalika'dan Avc ibn Unk adındaki hükümdara savaş açtı. Şeria nehrinin doğu taraflarındaki beldeleri elde etti.
         Hazret-i Musa, bir aralık gidip İbrahim aleyhisselâm'ın zamanından beri yaşayan veya Hazret-i İbrahim ile hicret eden kimselerin soyundan olan Hızır aleyhisselâm ile görüşmüş, ona verilen "Ledün ilmine (Allah'ın verdiği özel ilme)" şahid olmuştu.
        Hızır aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğunu ve kıyamete kadar yaşayacağını söyleyenler vardır. Zülkarneyn ile yolculukta bulunmuş, hayat kaynağına varıp ab-ı hayattan (ölmezlik suyundan) içmekle böyle uzun bir ömre kavuşmuş olduğu söylenmektedir. Bir kısım alimlere göre de, ölmüş bulunmaktadır. Zaten bu gibi büyük şahsiyetlerin ölümleri ile hayatları birdir. Onlar sonsuz ve yüksek bir hayata kavuşmuşlardır.
        Musa aleyhisselâm rivayete göre, Kenan ili hududuna yakın bir yerde yüz yirmi yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Hazret-i Âdem devrinin üç bin sekiz yüz altmış sekizinci yılına ve Mısır'dan çıkışlarının kırkıncı yılına raslar.
        Hazret-i Musa'ya "Kelimullah" denir. (Yüce Allah, kendisi ile arada bir vasıta bulunmaksızın, niteliği bilinemeyen bir şekilde doğrudan doğruya konuştuğu için bu ismi almıştır.) Pek büyük bir peygamberdir. Dağınık bir halde yaşayan İsrail Oğullarını bir araya toplamış, onları esaret hayatından kurtarmış ve özgürlüğe kavuşturmuştu. Ne yazık ki, İsrail oğulları daha sonra zaman zaman yoldan çıkmış, gerçek dinlerini yitirmiş, tekrar esaretten esarete düşmüşlerdir.

    Gayrimüslim Birkaç Meşhurun Peygamberimiz (s.a.v) Hakkında Sözleri

    Etiketler: , , , 0 yorum


    Gayrimüslim Birkaç Meşhurun Peygamberimiz (s.a.v) Hakkında Sözleri

    “Allah’ın varlığını ve birliğini, Mûsâ kendi milletine, Îsâ Romalılara, fakat Muhammed bütün eski dünyâya bildirdi. Arabistan tamamiyle putperest olmuştu. Îsâ’dan altı asır sonra Muhammed (s.a.v.)kendisinden evvel gelmiş olan İbrâhîm, İsmâil, Mûsâ ve Îsâ’nın Allah’ını Araplara tanıttı. Arapların yanına sokulan aryenler, hakîkî Îsâ dînini bozarak onlara Allah, Allah’ın oğlu, Rûhulkudüs gibi, kimsenin anlayamayacağı doğmaları yapmaya çalışıyor, şarkın sulh ve huzurunu tamamen bozuyorlardı.

    Yunus Emre

    Etiketler: , 0 yorum

    yunus-emre, tasavvuf
    Yunus Emre (1240-1321) Anadolu'nun siyasi otorite sıkıntısı çektiği dönemlerde yaşamış hakkında fazla bilgi bulunmayan bir tasavvuf şairidir. Halk

    Son Dönem Büyük Alimlerinden Bin Bâz rahimehullâhın Hayatı

    Etiketler: , , 0 yorum


    Bismillâh, Elhamdulillâh, ve's-Salâtu ve's-Selâmu 'alâ Rasûlillâh


    Ehl-i sünnet ve'l-Cemaatin son dönemdeki en büyük alimlerinden birisi olan Şeyh Abdul'aziz b. Bâz (rahmetullâhi 'aleyh)' in hayatının, ilminin, faziletlerinin, güzel anılarının anlatıldığı sohbet serisinin ilk kısmını aşağıdan dinleyebilir ve bilgisayarınıza indirebilirsiniz. İnşaAllâh sohbetin devamı kaydelince buraya eklenecek.