Nebevi Çizgi
Gerek saadet devrinde gerek râşid halifeler döneminde "İslâmî önderlik" dînî ve siyasî olarak ikiye bölünmemişti. Sırf önderlik kurumunda değil, hayatın tüm alanlarında da din-siyâset bütünlüğü korunuyordu. Rasulullah (s.a.v) şirkle birlikte, monoteist dinlerden gelen laik anlayışları da kökünden kazımıştı.
İslâm akidesinde şirk nasıl bütüne eklemekse laisizm de bütünü parçalamaktı. Yani şirk, içinde hak bulunan batıl, laisizm içinden hakkı alınmış batıldı. Biri dine eklemek, diğeri çıkarmaktı. Biri akideyi ekleyerek bozuyor, diğeri eksilterek bozuyordu. İşte bu anlayış Rasulullah'ın bütüncül metoduyla reddedildi. İnsanların hem iç dünyasını hem dış dünyasını hemde Öte dünyasını tanzim eden, mamur eden bir dini tebliğ ediyordu. Mescitte namaz kıldırıyor, cephede savaş yönetiyordu Rasulullah.
Raşid ve mürşid halifeler de onun yolundan gittiler. Önderliğin bölünmezliği hususunda titizlik gösterdiler.
Hz. Ebubekir saltanata açılan tüm kapılan kapatan Rasulullah'ın yolundan gitti. O kapıyı açtırmadı. Mülhit Kisra'ya ve laik Kayser'e benzememekte titizlik gösterdi. Ömer(r.) de öyle yaptı. Saltanat kokusunu aldığı her deliği tıkadı. Önderliğin bölünmezliği ilkesine azami titizlik gösterdi. Raşid ve mürşit halifeler döneminden sonra siyasal yapıda bir takım çatlaklar meydana geldi. Din-dünya ayrımı giderek yerleşti. Adeta, saltanatların bekası din ve dünyanın ayrılığına, yani 'ilkel laisizm'e bağlıydı.
Dini Önderliğin Dünyevi Önderlikten Ayrılması:
İlkel Laisizm
îlk bakışta birbirine taban tabana zıt gibi görünen saltanatla laisizm arasındaki ilişki neydi? Bunu açıklamaya çalışalım.
İslam saltanatın her türünü reddetmişti. Rasulullah da diğer tüm nebiler gibi saltanatın tüm çeşitlerini reddetmiş, dünyevi önderliği sefahat ve sömürüye dayanan saltanat üzerine değil, hukukun üstünlüğüne dayanan "nübüvvet" üzerine bina etmişti.
Saltanat zulme dosttu, İslam düşmandı. Saltanat despotluğa, İslam şûraya dayanıyordu. Nebevi yönetim şehadete, saltanat ise sefahata dayanırdı. Nebevi yönetimde hukuk yöneticiden, saltanatta ise yönetici hukuktan üstündü. Biri hukuk devleti, diğeri imtiyaz devletiydi.
Bütün bunlardan ayrı olarak nebevi yönetimde devlet dinin ve ebedi kurtuluşun bineği, saltanatta ise din devletin bineğiydi. Sultanlar onu saltanatlarına alet olarak kullanıyorlardı. Daha öz bir ifadeyle bu iki yönetimde 'din'in işlevi farkhlaşıyor,tamlayan ve tamlanan değişiyordu. İslam'ın yeri nebevi hilafette 'dinin devleti'ykan saltanatta 'devletin dini' konumuna geçiyordu.
Dini saltanatlarına aracı kılmak için önce siyaseti dinden ayırdılar. Ardından dinsiz kalan siyasetin eline dini teslim ettiler. Buna da halkın gözünü boyamak için ihtiyaç duydular. İşte laik anlayış saltanatın en büyük dayanağı olarak böyle ortaya çıktı. Çünkü nebevi yönetimle saltanat çelişiyordu. Nebevi yönetim hukuk devletiydi. Hukukun üstünlüğüne dayanıyordu. Bu hukuk elbette kaynağı ilahi olan İslam hukukuydu; yani İslam'dı. Bu hukukun üstün olduğu bir yerde saltanat mümkün değil yaşayamazdı. İslam hukuku yaşamasına izin vermezdi. Hukukun ruhuna aykırıydı. Yapısı gereği İslam hukuku kendi üzerinde bir otorite taramaya müsait değildi. Bu isterse fert, isterse aile, isterse bir gurup veya zümre olsun. Hukuku uygulayanların bizzat kendileri de hukuka karşı sorumluydu ve o hukuk, karşısında herkesi eşit görmek istiyordu. Ferdin, grubun, zümrenin, sınıfın haklan tanzim ve tespit edilmişti bu hukukta. Ferdin topluma zulmünü onaylamadığı gibi toplumun ferde tahakkümüne de imkan vermezdi.
Bir yönetimin "saltanat" olması için adının illa da padişahlık, krallık, meliklik olması gerekmemekteydi. Bu pekala kendisini çoğulcu diye niteleyen günümüz demokrasileri için de geçerliydi. Hatta adı krallık olduğu halde tarihte adalete ve hukukun üstünlüğüne dayanan yönetimler [Davud ve Süleyman (a.s)'ın yönetimleri] olduğu gibi, adı demokrasi olduğu halde zümre ya da meclis saltanatına dayanan rejimler de vardı.
Adı ister monarşi, ister oligarşi, ister demokrasi, ne olursa olsun saltanat bir imtiyaz rejimiydi. Muhakkak bir imtiyazlı zümre ortaya çikanyordu. Devlet pastasının kaymağını ya bir fert, ya bir aile, ya bir meclis, ya bir sınıf ve zümre yemek istiyordu.
İşte bu noktada İslam hukukunu karşılarında buluyorlardı. Nebevi yönetim buna izin vermiyordu. Çünkü başta, İslam hukuku 'devletin pastalaşması'm hoş,görmüyordu.
İslam'ın reddettiği iki anlayış bu noktada işbirliği yaptı: Saltanat ve laisizm. Nebevi yönetimi ortak düşman ilan ettiler. tkisi işbirliği yaparak ona yüklendiler. Önce önderliğin bölünmezliği prensibim zedelediler. Dini ve siyasi Önderlik hakka değil güce dayanıyordu. Saltanat, elinde bulundurduğu bu gücü dini önderliği yoketmekte, yıpratmakta kullandı. Güçsüz kalan dini önderlik hem kan kaybetti, hem de tahrifata uğradı.
Siyasi Önderliğin Dini Önderliğe Tahakkümü
Dinden soyutlanan siyasi önderlik tabiatıyla saltanata dönüşecekti; dönüştü de. Önceleri dini önderliği tanımak zorunda kaldı. Ancak kendi yerini sağlama alınca dini önderliğe karşı çeşitli kollardan savaş açtı. Onu altetmek için çeşitli yöntemler geliştirdi. Bunlar:
1. İktidarın iyi işlemeyen ya da hayâtı olmayan kimi kurumlarının bir kısmını bu önderliğe bırakma teklifinde bulunmaktı ki, dini kontrol altına almanın yolu ancak buradan geçiyordu. Böylece ayaklarım sağlamlaştırmış olacaklar, bir taşla bir kaç kuş vurmuş olacaklardı.
Dini Önderliği temsil eden ulemayı anlaşmaya çağırdılar.
2. Bu yöntemleri, satın alma biçimindeydi. Onları makam ve mevki va'diyle satın almak istediler. Ulemayı dünyevi vaadlerle ayartmaya çalıştılar, Çeşitli şer'i deliller de buldular. Kimi kabul etti, kimi etmedi. "Dinini az bir değere satmayanlar" işkencelere uğradı, Öldürüldü. Kimisi ise kabul etmek zorunda bırakıldı. Bunlar içerisinde hayırlı hizmet verenler olduğu gibi ilmini satarak geçimini temin edenler de çıktı.
3. Zor kullanarak direnen önderlere işkence ettiler. Onları çeşitli baskılarla susturmaya ya da yok etmeye çalıştılar. Bunda başarı da sağladılar. Dini önderliğin başı ezilmişti. Saltanata dayanan siyasi önderlik kalmıştı ortalıkta.
Ayrılan Siyasi Önderlik ve Sembolikleşen "Hilafet"
Bu siyasi önderlik de böyle gitmedi. Abbasilerin güçlerini kaybetmeleriyle onun dini önderliğe yaptıklarını sultanlar ve emirler de ona yaptılar. Siyasi önderliğin gücünü de elinden aldılar. "Hilafet" adını verdikleri kurumun kanatlarındaki son tüyleri de yolarak garip bir kuşa çevirdiler. Artık bu kurum hutbelerde ad okumak, cübbe giymek ve paraların üzerine isim yazmaktan öte bir değer ifade etmiyordu. Saltanatla laisizmin yüzyıllara dayanan ortaklığı, nebevi yönetimi, sonunda Bizans sistemine çevirmişti. Artık din dünyaya değil, dünya dine hükmediyordu. Saltanat hakim, din mahkumdu. Bu dönemde nebevi yönetimin devamı olan 'hilafet' adı, çeşitli kepazeliklere karıştırıldı. Her türlü zulüm, sefahat, ahlâksızlık bu ad altında icra edilir oldu. Hükümranlık haklan sultanlarca ellerinden alınan halifeler işi sefahata dökmüşlerdi. Halifenin sarayında binbirgeceler yaşanıyordu.
Laçkalaşan bu kurum artık dokuzuncu yüzyıldan sonra yaptırım gücünü yitirerek tamamen sembolik -bir hâl aldı. Ayakta durabilmek için bir sultayamuhtaç hale gelmişti. Bugünün İngiliz kraliçesinden daha beter işlevsizleştirilen halifeler kapanın elinde kalıyordu. Kim daha zorbaysa, kim daha zalimse, kim daha baskın çıkarsa onun tarafına geçiyor, onun saltanatına kaldıraç oluyordu. Böylesi bir hilafetin varlığı yokluğundan daha zararlı bir hale gelmiş; müslü-manların, İslam'ın "nebevi hilafet" kurumuna olan güvenleri zedelenmişti. Artık yeni duruma uygun siyasal teoriler geliştiriliyor, bir takım ilim mahfilleri de önderliği nebevi aslına döndürme yerine mevcut anlayışa kılıf bulma çabasına giriyorlardı.
Ulemanın bir kısmı mevcudu onaylamasa bile bu duruma bir vakıa olarak bakıyor, pragmatik yaklaşımlarla mevcut otoriteden İslam namına bir şeyler koparmaya çalışıyordu. Otoritenin gayri îslami, gayri ahlâkî ve hatta gayri insanî davranışlarına İslam adına koparılacak tavizler hatırına göz yumuluyordu. Ve tabi her zaman olduğu gibi Rasulün varisleri de bütün bunlara karşı canları pahasına direniyorlar; bedelini işkence, zindan ve ölümle çekiyorlardı.
Bab-ı Hümayun'dan Geçip Mecliste Kaybolan Hilafet
Hilafet, Osmanlı'yla, kaybettiği dünyevi gücüne kavuşmuştu. Ama hiç bir zaman dini gücüne, yani meşruiyetine kavuşmamıştı. Osmanlı, Emeviler ve Abbasilerin ilk yarım asrındaki konumuna getirmişti hilafeti.
Hilafet açısından bir gelişme sayılabilirdi yeni durum. Hilafet müessesesi gücü olmayan "Vatikan" örneği bir yapıdan kurtulup dünyevi otoritesine kavuşmuştu. Hicri binin ortalarında kaybettiği gücüne sonlarında kavuşmuş görünüyordu. Asabiyetimizi bir tarafa bırakıp düşünürsek gerçekte öyle miydi? Osmanlıyla hilafet mi güçlenmişti, yoksa 'güç1 mü kendisine yeni bir dayanak daha edinmişti?
Osmanlının hilafeti ele geçirmesiyle mahiyet açısından kimin daha kârlı çıktığı sorulacak olursa, bundan hilafet müessesesi kârlı çıkmıştır demek mümkün. Ama Osmanlı teb'ası olan müslümanlann bundan ne gibi bir yarar sağladığı tartışılmalı. Hilafet müessesesi hangi hukukî, iktisadî, içtimaî yaraya merhem olmuştur? Osmanlının müslüman te-basi bu müesseseyle hangi hakları elde etmişlerdir?
Asıl konumuza dönüp sorumuza cevap bulmaya çalışırsak halifelik Osman Bey ve Orhan Bey'in saltanattan uzakta cihad ve adaletle kurarak yönettikleri Osmanlı Dev-leti'ne hiç de hayırlı şeyler katmadı.
Herhalde kimse, Osmanlı'nın ele geçirdiği hilafetin Ra-sul'ün ve Raşid Halifeler'in miras bıraktığı nebevi hilafet olduğunu iddia edemez. Ümmetin kendi hukukunu temsil hak-
kını kendi iradesiyle (şûra) teslim etmesi gibi bir durum da sözkonusu değil. Neydi o halde? Elbette nebevi değil 'sultani hilafetû. Yani nakıs bir hilafetti. Osmanlı'nın ele geçirdiği hilafetin dikkate değer unsuru yok muydu? Vardı elbette; Mukaddes emanetler. Bir de ümmete bir iyilik yaptı Osmanlı; yüzyıllardır ümmetin imkanlarıyla sefahat süren bir aileyi ümmetin sırtından kaldırdı. Ama hilafetin yüzlerce yıllık şatafat ve saltanatını da tevarüs etti. Ne ki, yine de Emevi ve Abbasi saraylarıyla Osmanlı sarayı çok farklılıklar arzet-mekte. Osmanlı'nın hilafet tarihi diğerlerinden daha insani ve İslami'dir. Hiç değilse zulüm ve sefahat açısından böyledir.
Hilafetin Osmanlı îslam Devleti'ne kazandırdıklarını ve kaybettirdiklerini soğukkanlılıkla tartışmak gerekiyor. Konuya nebevi yönetim açısından değil de "necip millet", "şanlı tarih" nostaljisiyle yaklaşılınca elbette kimsenin diyecek bir şeyi kalmaz. O zaman Rasulullah'tan esirgedikleri övgüyü arap ırkını yücelttiği için Emevilere bol keseden dağıtan 'arap-müslüman1 sentezcİlerinin yaptığı saltanat savunuculuğunu biz de tersinden yapabiliriz.
'Halife' unvanı gerektikçe kullanıla kullanıla yüzyılımıza kadar gelindi. Ancak son 'hilafet devleti' de yıkılınca yeryüzünde sureta da olsa îsîami yönetimi temsil eden güç kalmadı. Osmanlı sonrası yapılanmada, 'sultani hilafet'in saltanat boyutu, 'hilafet'ten ayrılarak hakim güçler arasında pay edildi. Zaten saltanata çok daha önceleri, meşrutiyetle (1908) birlikte bir ortak bulunmuştu: Meclis. Saltanat haklarının bir kısmını meclise devreden 'halife', yeni yönetimle birlikte elinde kalan kısmından da oluyordu. Çünkü saltanatın yeni sahipleri kendilerinefşerik' istemiyorlardı. Saltanat bütünüyle 'meclis'e geçince 'halife sultarim sultanlığı gidiyor, yalnız halifeliği kalıyordu. Yani halifelik Osmanlı'dan Önceki haline avdet ediyordu. Bu sürecin doğal sonucu olarak, sonra, o da tarihe karışacaktı. Hindistan'da İkbal, Mısır'da Taha Hüseyin gibi bazıları saltanat gibi hilafetin de meclise geçtiğini savunacaktı. İkbal bu görüşünde yanıldığım acı acı itiraf edecektir daha sonraları. îlk meclis mebuslarından SeyyitBey'in dedikleri doğruysa, artık sultan-halife bir kişi değil bir kaç yüz kişiydi.
Bu anlayışı doğru kabul etmemiz halinde 'hilafetimiz'in hala devam ettiğine inanabiliriz. Bazılarının T. C.'yi 'lider' gösterme alışkanlığının yalnızca bir temenni değil bir 'gerçeği' de yansıttığını böylece öğrenmiş oluyoruz.
Saltanata gelince: O zaten asr-ı saadet ve hulefa-i raşidin dönemi dışında arada bir aksamalara rağmen hiç kalkmamış bir kurumdur. Ancak çok el değiştirilmiştir. Şimdi ise saltanat artık klasik yöntemlerle değil modern yöntemlerle işliyor. Esasen İslam'ın dışında hiç bir yönetim sistemi saltanatı kaldıracak bir mekanizmaya da sahip değildir. Saltanatı "hukuk kargısında bir imtiyaz" olarak alırsak, bu tanıma göre bugün hiç bir yönetim yoktur ki saltanat olmasın. Şimdilerde 'evrim' geçiren marksizmde sınıf saltanatı, militarizmde asker saltanatı, demokraside meclis ve "gizli odaklar" saltanatı, kapitalizmde para saltanatı sürüp gidecektir. Çünkü sayılan tüm bu sistemlerde hukukun mutlak üstünlüğü diye bir şey yoktur. Bu yasaları birileri yapar ve bu sistemlerde muhakkak birileri hukukun üstündedir. Acıktıkları (ihtiyaç duydukları) zaman helvadan tanrılarını yiyen cahiliye müşrikleri gibi onlar da acıktıkları zaman üstünlüğü yalnız mazlum halka olan yasalarını yerler ve bir yenisini yaparlar.
Evet, çağlarüstü bir hukukçu olan Ebu Hanife'nin hayatını anlatırken elbette onun tavırlarını anlamamıza yardımcı olacak nübüvvetten saltanata geçiş sürecini iyi bilmemiz gerekiyor. îmamın tüm mücadelesinin temelinin, 'hukukun üstünlüğünüyeniden sağlamak' olduğu gün gibi açık. Saltanat tarihi, iyi bilinmeden geçmiş ve bugün hakkında doğru ve sağlıklı değerlendirmeler yapılamayacaktır.
Hangi İslam Devleti?
İmam'ın hayatında, İslamİ önderliğe ilişkin kimi sorularımıza ve sorunlarımıza cevap bulabileceğimizi sanıyorum. Bugün İslami hareketin temel sorunlarından biridir ön-derliksorunu. Bu sorunun çözümü için Öncelikle entellektü-el birikim gerekmektedir. İslami önderliğin kendine özgü felsefesi ortaya konulmadan; konuşulup tartışılmadan, elbette sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacaktır. Çünkü önderlik sorunu devlet sorunundan Önce gelmektedir. Müslümanların bir buhranı yaşadığı mahrumiyet şartlarında önde yürüme cesaretini gösterenlerden bazılarının, kendilerine İslam tarihinin en netameli dönemlerinden örnek seçmeleri de gösteriyor ki, bu alanda entellektüel bir boşluk yaşanmaktadır.
İmam-i Azam, Asr-ı Saadeti ve Hülefa-i Raşidin'i 'fazla ideal' bulup, kendilerine 'şanlı tarih'in saltanat zağarından önder ve Örnekler beğenenlere iyi bîr yol gösterici ve uyarıcı olabilir. İmamın canı pahasına muhalefet ettiği modelin en silik kopyelerine 'İslam1 diye, 'tarih' diye, 'devlet' diye sarılmanın ve onun rüyalarıyla yatıp kalkmayı 'devlet şuuruna ermiş olmak' sayıp,bunu bir ayrıcalık gibi sergilemenin ne büyük bir yanılgı olduğu artık öğrenilmeli.
Gerçekten de bugün 'İslam devleti' kavramının bir çok müslümanın zihninde oluşturduğu imaj aslında İslam'la taban tabana zıt olan 'saltanat devleti'dir. Asr-ı saadet ve raşid halifelerin, hukukun üstünlüğünü esas alan, adalet ve şûraya dayanan nebevî yönetiminden değil de> sefahat ve istibdata dayanan saltanatlardan, İslami yönetime ulaşmada kılavuzluk yapmasını istemek, hâlâ "kırk katır mı, kırk satır mı? ikileminde bocalamak demektir. Bu durumda, 'nebevi hilafet ve 'sultani hilafetin tarihini bilmek daha bir önem arzediyor.
Bir önceki konumuz Sıkıntıya Düşünce Ne Yapmalı
Bu Konuya Hiç Yorum Yapılmamış; "Mustafa İslamoğlu Saltanatın Kısa Hikayesi"
Bu Konuya Yorum Yapın