Son Konular

  • Mustafa İslamoğlu Saltanatın Kısa Hikayesi

    Etiketler: , , , 0 yorum

    saltanat kayigi
    Nebevi Çizgi


    Gerek saadet devrinde gerek râşid halifeler döneminde "İslâmî önderlik" dînî ve siyasî olarak ikiye bölünmemişti. Sırf önderlik kurumunda değil, hayatın tüm alanlarında da din-siyâset bütünlüğü korunuyordu. Rasulullah (s.a.v) şirkle birlikte, monoteist dinlerden gelen laik anlayışları da kö­künden kazımıştı.


    İslâm akidesinde şirk nasıl bütüne eklemekse laisizm de bütünü parçalamaktı. Yani şirk, içinde hak bulunan batıl, laisizm içinden hakkı alınmış batıldı. Biri dine eklemek, di­ğeri çıkarmaktı. Biri akideyi ekleyerek bozuyor, diğeri ek­silterek bozuyordu. İşte bu anlayış Rasulullah'ın bütüncül metoduyla reddedildi. İnsanların hem iç dünyasını hem dış dünyasını hemde Öte dünyasını tanzim eden, mamur eden bir dini tebliğ ediyordu. Mescitte namaz kıldırıyor, cephede savaş yönetiyordu Rasulullah.


    Raşid ve mürşid halifeler de onun yolundan gittiler. Ön­derliğin bölünmezliği hususunda titizlik gösterdiler.


    Hz. Ebubekir saltanata açılan tüm kapılan kapatan Ra­sulullah'ın yolundan gitti. O kapıyı açtırmadı. Mülhit Kisra'ya ve laik Kayser'e benzememekte titizlik gösterdi. Ömer(r.) de öyle yaptı. Saltanat kokusunu aldığı her deliği tıkadı. Önderliğin bölünmezliği ilkesine azami titizlik gösterdi. Raşid ve mürşit halifeler döneminden sonra siyasal yapıda bir takım çatlaklar meydana geldi. Din-dünya ayrımı giderek yerleşti. Adeta, saltanatların bekası din ve dünyanın ayrılı­ğına, yani 'ilkel laisizm'e bağlıydı.




    Dini Önderliğin Dünyevi Önderlikten Ayrılması:
    İlkel Laisizm


    îlk bakışta birbirine taban tabana zıt gibi görünen salta­natla laisizm arasındaki ilişki neydi? Bunu açıklamaya çalı­şalım.


    İslam saltanatın her türünü reddetmişti. Rasulullah da diğer tüm nebiler gibi saltanatın tüm çeşitlerini reddetmiş, dünyevi önderliği sefahat ve sömürüye dayanan saltanat üzerine değil, hukukun üstünlüğüne dayanan "nübüvvet" üzerine bina etmişti.


    Saltanat zulme dosttu, İslam düşmandı. Saltanat des­potluğa, İslam şûraya dayanıyordu. Nebevi yönetim şehadete, saltanat ise sefahata dayanırdı. Nebevi yönetimde hukuk yöneticiden, saltanatta ise yönetici hukuktan üstündü. Biri hukuk devleti, diğeri imtiyaz devletiydi.


    Bütün bunlardan ayrı olarak nebevi yönetimde devlet dinin ve ebedi kurtuluşun bineği, saltanatta ise din devletin bineğiydi. Sultanlar onu saltanatlarına alet olarak kullanı­yorlardı. Daha öz bir ifadeyle bu iki yönetimde 'din'in işlevi farkhlaşıyor,tamlayan ve tamlanan değişiyordu. İslam'ın yeri nebevi hilafette 'dinin devleti'ykan saltanatta 'devletin dini' konumuna geçiyordu.


    Dini saltanatlarına aracı kılmak için önce siyaseti din­den ayırdılar. Ardından dinsiz kalan siyasetin eline dini tes­lim ettiler. Buna da halkın gözünü boyamak için ihtiyaç duy­dular. İşte laik anlayış saltanatın en büyük dayanağı olarak böyle ortaya çıktı. Çünkü nebevi yönetimle saltanat çelişi­yordu. Nebevi yönetim hukuk devletiydi. Hukukun üstünlü­ğüne dayanıyordu. Bu hukuk elbette kaynağı ilahi olan İslam hukukuydu; yani İslam'dı. Bu hukukun üstün olduğu bir yer­de saltanat mümkün değil yaşayamazdı. İslam hukuku yaşa­masına izin vermezdi. Hukukun ruhuna aykırıydı. Yapısı gereği İslam hukuku kendi üzerinde bir otorite taramaya mü­sait değildi. Bu isterse fert, isterse aile, isterse bir gurup veya zümre olsun. Hukuku uygulayanların bizzat kendileri de hu­kuka karşı sorumluydu ve o hukuk, karşısında herkesi eşit görmek istiyordu. Ferdin, grubun, zümrenin, sınıfın haklan tanzim ve tespit edilmişti bu hukukta. Ferdin topluma zul­münü onaylamadığı gibi toplumun ferde tahakkümüne de imkan vermezdi.


    Bir yönetimin "saltanat" olması için adının illa da pa­dişahlık, krallık, meliklik olması gerekmemekteydi. Bu pe­kala kendisini çoğulcu diye niteleyen günümüz demokrasi­leri için de geçerliydi. Hatta adı krallık olduğu halde tarihte adalete ve hukukun üstünlüğüne dayanan yönetimler [Davud ve Süleyman (a.s)'ın yönetimleri] olduğu gibi, adı demok­rasi olduğu halde zümre ya da meclis saltanatına dayanan re­jimler de vardı.


    Adı ister monarşi, ister oligarşi, ister demokrasi, ne olursa olsun saltanat bir imtiyaz rejimiydi. Muhakkak bir im­tiyazlı zümre ortaya çikanyordu. Devlet pastasının kayma­ğını ya bir fert, ya bir aile, ya bir meclis, ya bir sınıf ve zümre yemek istiyordu.


    İşte bu noktada İslam hukukunu karşılarında buluyor­lardı. Nebevi yönetim buna izin vermiyordu. Çünkü başta, İslam hukuku 'devletin pastalaşması'm hoş,görmüyordu.


    İslam'ın reddettiği iki anlayış bu noktada işbirliği yaptı: Saltanat ve laisizm. Nebevi yönetimi ortak düşman ilan ettiler. tkisi işbirliği yaparak ona yüklendiler. Önce önderliğin bölünmezliği prensibim zedelediler. Dini ve siyasi Önderlik hakka değil güce dayanıyordu. Saltanat, elinde bulundurdu­ğu bu gücü dini önderliği yoketmekte, yıpratmakta kullandı. Güçsüz kalan dini önderlik hem kan kaybetti, hem de tahrifa­ta uğradı.




    Siyasi Önderliğin Dini Önderliğe Tahakkümü


    Dinden soyutlanan siyasi önderlik tabiatıyla saltanata dönüşecekti; dönüştü de. Önceleri dini önderliği tanımak zorunda kaldı. Ancak kendi yerini sağlama alınca dini ön­derliğe karşı çeşitli kollardan savaş açtı. Onu altetmek için çeşitli yöntemler geliştirdi. Bunlar:


    1. İktidarın iyi işlemeyen ya da hayâtı olmayan kimi ku­rumlarının bir kısmını bu önderliğe bırakma teklifinde bu­lunmaktı ki, dini kontrol altına almanın yolu ancak buradan geçiyordu. Böylece ayaklarım sağlamlaştırmış olacaklar, bir taşla bir kaç kuş vurmuş olacaklardı.


    Dini Önderliği temsil eden ulemayı anlaşmaya çağırdı­lar.


    2. Bu yöntemleri, satın alma biçimindeydi. Onları ma­kam ve mevki va'diyle satın almak istediler. Ulemayı dünye­vi vaadlerle ayartmaya çalıştılar, Çeşitli şer'i deliller de bul­dular. Kimi kabul etti, kimi etmedi. "Dinini az bir değere sat­mayanlar" işkencelere uğradı, Öldürüldü. Kimisi ise kabul etmek zorunda bırakıldı. Bunlar içerisinde hayırlı hizmet verenler olduğu gibi ilmini satarak geçimini temin edenler de çıktı.


    3. Zor kullanarak direnen önderlere işkence ettiler. On­ları çeşitli baskılarla susturmaya ya da yok etmeye çalıştılar. Bunda başarı da sağladılar. Dini önderliğin başı ezilmişti. Saltanata dayanan siyasi önderlik kalmıştı ortalıkta.




    Ayrılan Siyasi Önderlik ve Sembolikleşen "Hilafet"


    Bu siyasi önderlik de böyle gitmedi. Abbasilerin güçle­rini kaybetmeleriyle onun dini önderliğe yaptıklarını sultan­lar ve emirler de ona yaptılar. Siyasi önderliğin gücünü de elinden aldılar. "Hilafet" adını verdikleri kurumun kanatla­rındaki son tüyleri de yolarak garip bir kuşa çevirdiler. Artık bu kurum hutbelerde ad okumak, cübbe giymek ve paraların üzerine isim yazmaktan öte bir değer ifade etmiyordu. Salta­natla laisizmin yüzyıllara dayanan ortaklığı, nebevi yöneti­mi, sonunda Bizans sistemine çevirmişti. Artık din dünyaya değil, dünya dine hükmediyordu. Saltanat hakim, din mah­kumdu. Bu dönemde nebevi yönetimin devamı olan 'hilafet' adı, çeşitli kepazeliklere karıştırıldı. Her türlü zulüm, sefa­hat, ahlâksızlık bu ad altında icra edilir oldu. Hükümranlık haklan sultanlarca ellerinden alınan halifeler işi sefahata dökmüşlerdi. Halifenin sarayında binbirgeceler yaşanıyor­du.


    Laçkalaşan bu kurum artık dokuzuncu yüzyıldan sonra yaptırım gücünü yitirerek tamamen sembolik -bir hâl aldı. Ayakta durabilmek için bir sultayamuhtaç hale gelmişti. Bu­günün İngiliz kraliçesinden daha beter işlevsizleştirilen hali­feler kapanın elinde kalıyordu. Kim daha zorbaysa, kim da­ha zalimse, kim daha baskın çıkarsa onun tarafına geçiyor, onun saltanatına kaldıraç oluyordu. Böylesi bir hilafetin varlığı yokluğundan daha zararlı bir hale gelmiş; müslü-manların, İslam'ın "nebevi hilafet" kurumuna olan güvenleri zedelenmişti. Artık yeni duruma uygun siyasal teoriler ge­liştiriliyor, bir takım ilim mahfilleri de önderliği nebevi aslı­na döndürme yerine mevcut anlayışa kılıf bulma çabasına giriyorlardı.


    Ulemanın bir kısmı mevcudu onaylamasa bile bu duru­ma bir vakıa olarak bakıyor, pragmatik yaklaşımlarla mev­cut otoriteden İslam namına bir şeyler koparmaya çalışıyordu. Otoritenin gayri îslami, gayri ahlâkî ve hatta gayri insanî davranışlarına İslam adına koparılacak tavizler hatırına göz yumuluyordu. Ve tabi her zaman olduğu gibi Rasulün varis­leri de bütün bunlara karşı canları pahasına direniyorlar; be­delini işkence, zindan ve ölümle çekiyorlardı.




    Bab-ı Hümayun'dan Geçip Mecliste Kaybolan Hilafet


    Hilafet, Osmanlı'yla, kaybettiği dünyevi gücüne kavuş­muştu. Ama hiç bir zaman dini gücüne, yani meşruiyetine kavuşmamıştı. Osmanlı, Emeviler ve Abbasilerin ilk yarım asrındaki konumuna getirmişti hilafeti.


    Hilafet açısından bir gelişme sayılabilirdi yeni durum. Hilafet müessesesi gücü olmayan "Vatikan" örneği bir yapı­dan kurtulup dünyevi otoritesine kavuşmuştu. Hicri binin ortalarında kaybettiği gücüne sonlarında kavuşmuş görünü­yordu. Asabiyetimizi bir tarafa bırakıp düşünürsek gerçekte öyle miydi? Osmanlıyla hilafet mi güçlenmişti, yoksa 'güç1 mü kendisine yeni bir dayanak daha edinmişti?


    Osmanlının hilafeti ele geçirmesiyle mahiyet açısın­dan kimin daha kârlı çıktığı sorulacak olursa, bundan hilafet müessesesi kârlı çıkmıştır demek mümkün. Ama Osmanlı teb'ası olan müslümanlann bundan ne gibi bir yarar sağladı­ğı tartışılmalı. Hilafet müessesesi hangi hukukî, iktisadî, iç­timaî yaraya merhem olmuştur? Osmanlının müslüman te-basi bu müesseseyle hangi hakları elde etmişlerdir?


    Asıl konumuza dönüp sorumuza cevap bulmaya çalı­şırsak halifelik Osman Bey ve Orhan Bey'in saltanattan uzakta cihad ve adaletle kurarak yönettikleri Osmanlı Dev-leti'ne hiç de hayırlı şeyler katmadı.


    Herhalde kimse, Osmanlı'nın ele geçirdiği hilafetin Ra-sul'ün ve Raşid Halifeler'in miras bıraktığı nebevi hilafet ol­duğunu iddia edemez. Ümmetin kendi hukukunu temsil hak-


    kını kendi iradesiyle (şûra) teslim etmesi gibi bir durum da sözkonusu değil. Neydi o halde? Elbette nebevi değil 'sultani hilafetû. Yani nakıs bir hilafetti. Osmanlı'nın ele geçirdiği hilafetin dikkate değer unsuru yok muydu? Vardı elbette; Mukaddes emanetler. Bir de ümmete bir iyilik yaptı Osman­lı; yüzyıllardır ümmetin imkanlarıyla sefahat süren bir aile­yi ümmetin sırtından kaldırdı. Ama hilafetin yüzlerce yıllık şatafat ve saltanatını da tevarüs etti. Ne ki, yine de Emevi ve Abbasi saraylarıyla Osmanlı sarayı çok farklılıklar arzet-mekte. Osmanlı'nın hilafet tarihi diğerlerinden daha insani ve İslami'dir. Hiç değilse zulüm ve sefahat açısından böyle­dir.


    Hilafetin Osmanlı îslam Devleti'ne kazandırdıklarını ve kaybettirdiklerini soğukkanlılıkla tartışmak gerekiyor. Konuya nebevi yönetim açısından değil de "necip millet", "şanlı tarih" nostaljisiyle yaklaşılınca elbette kimsenin diye­cek bir şeyi kalmaz. O zaman Rasulullah'tan esirgedikleri övgüyü arap ırkını yücelttiği için Emevilere bol keseden da­ğıtan 'arap-müslüman1 sentezcİlerinin yaptığı saltanat savu­nuculuğunu biz de tersinden yapabiliriz.


    'Halife' unvanı gerektikçe kullanıla kullanıla yüzyılı­mıza kadar gelindi. Ancak son 'hilafet devleti' de yıkılınca yeryüzünde sureta da olsa îsîami yönetimi temsil eden güç kalmadı. Osmanlı sonrası yapılanmada, 'sultani hilafet'in saltanat boyutu, 'hilafet'ten ayrılarak hakim güçler arasında pay edildi. Zaten saltanata çok daha önceleri, meşrutiyetle (1908) birlikte bir ortak bulunmuştu: Meclis. Saltanat hakla­rının bir kısmını meclise devreden 'halife', yeni yönetimle birlikte elinde kalan kısmından da oluyordu. Çünkü saltana­tın yeni sahipleri kendilerinefşerik' istemiyorlardı. Saltanat bütünüyle 'meclis'e geçince 'halife sultarim sultanlığı gidi­yor, yalnız halifeliği kalıyordu. Yani halifelik Osmanlı'dan Önceki haline avdet ediyordu. Bu sürecin doğal sonucu olarak, sonra, o da tarihe karışacaktı. Hindistan'da İkbal, Mı­sır'da Taha Hüseyin gibi bazıları saltanat gibi hilafetin de meclise geçtiğini savunacaktı. İkbal bu görüşünde yanıldı­ğım acı acı itiraf edecektir daha sonraları. îlk meclis mebus­larından SeyyitBey'in dedikleri doğruysa, artık sultan-halife bir kişi değil bir kaç yüz kişiydi.


    Bu anlayışı doğru kabul etmemiz halinde 'hilafetimiz'in hala devam ettiğine inanabiliriz. Bazılarının T. C.'yi 'lider' gösterme alışkanlığının yalnızca bir temenni değil bir 'ger­çeği' de yansıttığını böylece öğrenmiş oluyoruz.


    Saltanata gelince: O zaten asr-ı saadet ve hulefa-i raşidin dönemi dışında arada bir aksamalara rağmen hiç kalk­mamış bir kurumdur. Ancak çok el değiştirilmiştir. Şimdi ise saltanat artık klasik yöntemlerle değil modern yöntemlerle işliyor. Esasen İslam'ın dışında hiç bir yönetim sistemi salta­natı kaldıracak bir mekanizmaya da sahip değildir. Saltanatı "hukuk kargısında bir imtiyaz" olarak alırsak, bu tanıma göre bugün hiç bir yönetim yoktur ki saltanat olmasın. Şimdiler­de 'evrim' geçiren marksizmde sınıf saltanatı, militarizmde asker saltanatı, demokraside meclis ve "gizli odaklar" salta­natı, kapitalizmde para saltanatı sürüp gidecektir. Çünkü sa­yılan tüm bu sistemlerde hukukun mutlak üstünlüğü diye bir şey yoktur. Bu yasaları birileri yapar ve bu sistemlerde mu­hakkak birileri hukukun üstündedir. Acıktıkları (ihtiyaç duydukları) zaman helvadan tanrılarını yiyen cahiliye müş­rikleri gibi onlar da acıktıkları zaman üstünlüğü yalnız maz­lum halka olan yasalarını yerler ve bir yenisini yaparlar.
    Evet, çağlarüstü bir hukukçu olan Ebu Hanife'nin haya­tını anlatırken elbette onun tavırlarını anlamamıza yardım­cı olacak nübüvvetten saltanata geçiş sürecini iyi bilmemiz gerekiyor. îmamın tüm mücadelesinin temelinin, 'hukukun üstünlüğünüyeniden sağlamak' olduğu gün gibi açık. Salta­nat tarihi, iyi bilinmeden geçmiş ve bugün hakkında doğru ve sağlıklı değerlendirmeler yapılamayacaktır.




    Hangi İslam Devleti?


    İmam'ın hayatında, İslamİ önderliğe ilişkin kimi soru­larımıza ve sorunlarımıza cevap bulabileceğimizi sanıyo­rum. Bugün İslami hareketin temel sorunlarından biridir ön-derliksorunu. Bu sorunun çözümü için Öncelikle entellektü-el birikim gerekmektedir. İslami önderliğin kendine özgü felsefesi ortaya konulmadan; konuşulup tartışılmadan, el­bette sağlıklı sonuçlara ulaşılamayacaktır. Çünkü önderlik sorunu devlet sorunundan Önce gelmektedir. Müslümanla­rın bir buhranı yaşadığı mahrumiyet şartlarında önde yürü­me cesaretini gösterenlerden bazılarının, kendilerine İslam tarihinin en netameli dönemlerinden örnek seçmeleri de gös­teriyor ki, bu alanda entellektüel bir boşluk yaşanmakta­dır.
    İmam-i Azam, Asr-ı Saadeti ve Hülefa-i Raşidin'i 'fazla ideal' bulup, kendilerine 'şanlı tarih'in saltanat zağarından önder ve Örnekler beğenenlere iyi bîr yol gösterici ve uyarıcı olabilir. İmamın canı pahasına muhalefet ettiği modelin en silik kopyelerine 'İslam1 diye, 'tarih' diye, 'devlet' diye sarıl­manın ve onun rüyalarıyla yatıp kalkmayı 'devlet şuuruna ermiş olmak' sayıp,bunu bir ayrıcalık gibi sergilemenin ne büyük bir yanılgı olduğu artık öğrenilmeli.
    Gerçekten de bugün 'İslam devleti' kavramının bir çok müslümanın zihninde oluşturduğu imaj aslında İslam'la ta­ban tabana zıt olan 'saltanat devleti'dir. Asr-ı saadet ve raşid halifelerin, hukukun üstünlüğünü esas alan, adalet ve şûraya dayanan nebevî yönetiminden değil de> sefahat ve istibdata dayanan saltanatlardan, İslami yönetime ulaşmada kılavuzluk yapmasını istemek, hâlâ "kırk katır mı, kırk satır mı? ikileminde bocalamak demektir. Bu durumda, 'nebevi hila­fet ve 'sultani hilafetin tarihini bilmek daha bir önem arzediyor.


    Bir önceki konumuz Sıkıntıya Düşünce Ne Yapmalı

    Bu Konuya Hiç Yorum Yapılmamış; "Mustafa İslamoğlu Saltanatın Kısa Hikayesi"

    Bu Konuya Yorum Yapın