Son Konular

  • Padişah ve Cariye (Mesnevi)

    Etiketler: , , 0 yorum

    mesnevi-i serif, mevlana
    Çok eski zamanlarda bir padişah vardı. Dünyada padişah olduğu gibi, mânevî yönden de çok üstün bir kişiliğe sahipti. Padişah  bir gün, atına binerek bazı yakınlarıyla ava çıktı.  Yolda giderken bir câriye gördü. Görür görmez âşık oldu.
    Bir kuş kafeste nasıl çırpınırsa padişahın ruhu da beden kafesinde öyle çırpınmaya başladı. Parasını vererek cariyeyi satın aldı. Padişah  arzusuna kavuştuğu için mutluydu, fakat kader bu ya, câriye  hastalandı.  Padişah  batıdan,  doğudan, kısacası  her  taraftan hekimleri bir araya getirdi. Onlara, ''Her  ikimizin canı da sizlerin ellerinde. Onsuz hayatımın  hiçbir önemi  yok.  Çünkü  hayatımın  canı  odur.  Dertliyim, yaralıyım,  hastayım, ama dermanım o. Kim benim canıma derman bulur,  iyileştirirse inci ve mercan hazinemi ona vereceğim.''
    Hekimler,
    ''Bu uğurda  canımızı  feda  edercesine  çalışalım.  Aklımızı, tecrübemizi  ve  bütün  hünerlerimizi  bir araya  getirelim. Beraber  düşünelim,  tedaviyi  beraber  yapalım.  Her  birimiz  hastalıkların tedavisinde, bu zamanın İsâ'sıyız. Elimizde her  derdin merhemi vardır'' dediler. Gurura kapılarak, her şeyin kendi ellerinde olduğunu sandılar. ''İnşâllah iyi ederiz'' demediler. Bu nedenle Hak Teâlâ onlara insanların  âciz  olduğunu  gösterdi.  Hekimler  ne  ilâç verdiyseler, tedavi için ne yaptıysalar da hasta iyileşmedi. Aksine hastalığı arttı. Bu arada zavallı câriye günden güne eridi, kıl gibi inceldi. Padişahın ise gözlerinden de ırmaklar gibi yaşlar akıyordu. Padişah  hekimlerin bu hastalık karşısında âciz kaldıkların görünce yalınayak doğru mescide koştu.
    Mihrabda  secdeye kapandı. Secde ettiği yer göz yaşlarıyla sırılsıklam  ıslandı.  Padişah  Hakk'ın  huzurunda  kendini kaybetti. Bir müddet sonra, battığı yokluk denizinden çıktı. Kendine  geldi. Güzel bir dille Allah'a hamdetmeye ve dua etmeye başladı. ''Ey en az bağışı dünya mülkü, dünya padişahlığı olan Allahım! Ben ne söyleyeyim? Sen zaten gizlediklerimizi de bilirsin. Ey Allahım!  Bütün  arzu  ve  isteklerimizde  sana sığınmamız gerekirken,  biz yine yolumuzu şaşırdık. Bir câriyeye gönül verdik. Hastalanınca da, sen varken hekimlere başvurduk. Gerçi sen, Ey kulum, ben senin gizlediğin bütün sırları bilirim ama sen yine onları dile getir, meydana dök' buyurdun.''Padişah canı gönülden yalvararak coşkuyla dua edince; Allah'ın lutuf ve bağışlama denizi de coştu, köpürdü. Padişah göz yaşları içerisinde ağlayarak yalvarırken bir ara kendinden geçti. Uykuya daldı. Rüyasında bir pîr gördü. O pîr padişaha,  ''Ey padişah! Sana müjdeler olsun, dileğin kabul olundu.  Yarın  sana  garip kılıklı,  çok değerli  bir  hekim gelecek.  Hekimlikte  çok  bilgilidir.  Doğru,  emniyetli  ve güvenilir bir kişidir. Onun vereceği ilâç, hiçbir sihrin tesir etmeyeceği bir sihir gibidir'' dedi.
    Padişah,  rüyasında kendisine söylenen zatı, pencere önünde beklemeye  başladı. Gölge içinde güneş gibi parlayan bir zat gördü.  Faziletli,  hünerli,  bilgili  birine  benziyordu.  Bir görünür, bir görünmez gibiydi. Sanki bir hayal, hem vardı hem yoktu. Kapıyı açmak için görevlilerden önce kendisi koştu. Ötelerden gelen  misafirini karşıladı. Padişah da misafir de ayrı ayrı vücutlarda tek bir ruh ve birbirini tanıyan birer mâna denizi gibiydiler. İki can birbirini kavuşmuş, birleşmiş, bir olmuştu sanki.  Padişah, ''Benim asıl sevgilim câriye değil senmişsin. İşte  Allah'ın hikmeti; dünyada işten iş çıkar, sebeplerden sebep doğar'' dedi. 
    cariye, padisah ve cariye
    Padişah kollarını açıp, o ilâhî hekimi kucakladı. Aşk gibi onu gönlüne, ta canının içine soktu.Buluşma, ağırlama, hatır sorma ve yemek gibi işler bitti. Sonra padişah hastanın ve hastalığın durumunu anlatarak onu hasta câriyenin yanına götürdü. Hekim hastanın yüzüne baktı, nabzını dinledi. Hastalığının belirtilerini sordu, sebeplerini dinledi. ''Diğer hekimlerin yaptığı tedaviler faydalı olmamış, iyi edeceklerine hastalığını artırmışlar'' dedi. Hekim  hastalığın  ne  olduğunu anlamıştı,  fakat  padişaha söylemedi. Hüznünün ve üzüntüsünün çokluğundan câriyenin gönül hastası olduğunu tesbit etti. Hastanın bedeni sağlam, yaralı olan gönlüydü. Sonra şöyle dedi:
    ''Sarayı  boşalt, içeride kimseler kalmasın. Köşede bucakta bizi  kimse dinlemesin. Hastaya soracağım bazı sorular olacak. Alacağım cevaplara göre tedavimi belirleyeceğim.'' Hekim  istediği gibi hastayla baş başa kaldı. Yavaşça yanına yaklaşarak tatlı ve yumuşak bir sesle, ''Nerelisin?  Memleketini bilmem gerek. Çünkü her memleketin ilâcı başka başkadır. Memleketinde akrabalarından kimler var? Kime yakınsın? Özlediğin arkadaşların var mı?'' diye sordu.Hekim  elini kızın nabzına koymuştu. Soru sorarken bir yandan da nabzını kontrol ediyordu. Câriye; evine, efendilerine, hemşehrilerine ait olayları bir bir anlatıyor, başından geçenleri hikâye ediyordu. Hekim  bir taraftan câriyenin anlattıklarını dinliyor, diğer taraftan nabzının atışına dikkat ediyordu. Hastanın  nabzını tutmaktan maksadı; konuşma sırasında hangi isim  geçtiğinde  câriyenin  nabzının hızlanacağını  tesbit etmekti.  Çünkü câriyenin nabzını hızlandıracak olan isim, onu sevgi uğruna yataklara düşüren kişinin de kim olduğunu ortaya çıkaracaktı. Hekim,
    ''Kendi memleketinden nasıl çıktın? Daha önce hangi şehirde idin?'' diye sordu. Câriye bir şehir adı söyledi, fakat ne yüzünün  renginde ne de nabzında bir değişiklik oldu. Daha sonra sırasıyla gittiği şehirleri, orada bulunanları, oturup tuz  ekmek  yediği  yerleri  birer  birer  sayıp  döktü,  ancak durumunda bir değişiklik olmadı.Hekim  çok hoş bir şehir olan Semerkant'tan soruncaya kadar
    câriyenin  nabzı  sağlıklı  bir  insanın  nabzı  gibi  attı. Semerkant'ın  adı geçince, kızın nabzının atışı hızlandı ve yanakları  al al oldu. Çünkü o, Semerkantlı bir kuyumcuya âşıktı. Ondan ayrı düşmenin ıstırabını çekiyordu. Hekim câriyeyi yatağa düşüren derdin sebep olanını bulunca; o kuyumcunun şehrin  hangi  semtinde  ve  hangi  mahallesinde oturduğunu sordu, öğrendi. Câriyeye, ''Senin  hastalığının  ne  olduğunu  şimdi  anladım.  Allah'ın yardımıyla seni bu hastalıktan kurtaracağım. Yalnız sakın bana anlattıklarını kimseye söyleme. Padişaha hiç söyleme. Gönlün sırlarının mezarı olsun'' diye tembihledi.
    Hastanın  yanından  ayrılan  hekim,  doğruca  padişahın  yanına vardı. Meseleyi biraz ona anlatarak, ''Tedavi için yapılacak olan iş, bir an önce o kuyumcunun buraya  getirilmesidir.  Hediye  olarak altınlar  ve  süslü elbiseler  göndererek kuyumcuyu kandır. Semerkant'tan buraya davet et'' dedi.Bunun  üzerine  padişah  becerikli  iki  adamını  Semerkant'a gönderdi.  Elçiler  kuyumcunun yanına  varıp  padişahın hediyelerini  takdim ettiler. Ona sanatının şehirler aşarak herkes  tarafından  bilindiğini,  bu  nedenle  padişahlarının kendisini  kuyumcubaşı  olarak  sarayında  görmek  istediğini
    bildirdiler.  Padişahlarının  cömertliğini  ve  bol  ihsanda bulunduğunu söylediler.
    Kuyumcu  göz  kamaştıran  hediyelere,  gururunu  okşayan iltifatlara  ve vaad edilen makamların çekiciliğine kapıldı. Bulunduğu  şehirden ve çoluk çocuğundan ayrılarak padişahın sarayına geldi. Saraya gelen kuyumcuyu hekim karşıladı. Alıp padişahın huzuran çıkardı. Padişah kuyumcuya pek çok iltifat ve ihsanda bulundu. Altın  hazinesinin  sorumluluğunu  ona  verdi.  Hekim  bunun
    üzerine;
    ''Ey büyük sultan! O câriyeyi de bu kuyumcuya ver ki, câriye de  iyileşsin'' deyince; padişah, o ay yüzlü güzel câriyeyi kuyumcuya bağışladı. Altı ay kadar muratlarına erdiler. Câriye de tamamen iyileşti. Daha  sonra hekim kuyumcu için bir şerbet hazırladı. Kuyumcu şerbeti içince, günden güne erimeye başladı. Kuyumcu zayıflayınca, iyice çirkinleşti. Yüzü sararıp soldu. Kızın gönlü de ondan tamamen soğudu. Bir süre sonra da kuyumcu ölünce, kızın aşkı tamamen sona erdi. O dünyalar  güzeli aşktan  ve  hastalıktan  kurtuldu.  Arınıp tertemiz oldu.

    Bu Konuya Hiç Yorum Yapılmamış; "Padişah ve Cariye (Mesnevi)"

    Bu Konuya Yorum Yapın